Bütçe gelişmeleri vergi artışlarını zorunlu hale getirmişti
Geçen haftaki yazımda uygulanan para politikasının ne faizleri düşürmede, ne de ekonomik aktiviteyi canlandırmada yeteri kadar etkili olamayacağını vurgulamıştım. Evet, faiz koridorunun üst bandının düşürülmesi bankaların özellikle konut kredisi gibi daha uzun vadeli kredilerin fiyatlamasını yaparken bir nebze dikkate alacakları bir unsur olabilir. Ancak bunun etkisi son derece sınırlı kalacaktır. Öte yandan, Haziran ayından beri MB'nın ortalama fonlama faizi %10'lardan %6'ya gerilemiş olmasına rağmen ne ihtiyaç kredilerinin, ne de ticari kredilerin faizlerinde henüz paralel bir azalış söz konusu değil. Burada bankaların göreceli olarak azalan kredi hacimlerini ve az da olsa artış gösterme eğilimine giren TGA'ları dikkate alarak, faiz marjlarını geçmişe göre yüksek tutma eğiliminin etkisi olduğa da sezinleniyor.
Ancak asıl problemin, kredi arzından daha çok kredi talebinde yaşanmakta olduğu da ortada. Merkez Bankası'nın son dönemde ihale taleplerini karşılama oranlarını belirgin bir şekilde yükseltmiş olmasına karşın (%20'lerden %40'lara) ortalama gecelik fonlama miktarının 23 milyar TL seviyelerinde kalmış olması bu durumun önemli bir göstergesi. (Mamafih, geçen haftaki toplantıdan sonra MB talep karşılama oranını iyice yükselterek dün itibarıyle %63'e, dolayısıyla fonlama miktarını da 25 milyar TL'ye çıkarmış bulunuyor.)
Kredi talebindeki zayıflığın arkasındaki ana nedenin gerek reel kesim, gerekse de tüketici kesimin güvenindeki erozyon olduğu söylenebilir. Bu konuda son gelen rakamlar da pek iç açıcı değil doğrusu. Ağustos ayında her iki endeks de gerilemiş durumda. Özellikle, reel kesim güven endeksinin 5 aydan beri bir önceki aya göre azalmakta olması oldukça dikkat çekici.
Böyle bir konjonktür altında, normal şartlarda, bütçe dengesinin karşı-döngüsel (counter-cyclical) hareket ederek özel sektörün zayıflayan aktivitesini bir ölçüde dengelemesi beklenir. Türkiye'de ise ekonomik aktivite üzerinden alınan dolaylı vergilerin yüksekliği nedeniyle böyle bir etki pek çok diğer ekonomiye göre daha çabuk görülür. Nitekim, ilk 8 aylık bütçe sonuçları, bütçe açığının giderek hızlanarak artmakta olduğunu gözler önüne sermekte. İlk 8 ayda faiz-dışı bütçe harcamaları %16.7 artarken, bütçe gelirleri ise %10.4 artmış vaziyette. Sene sonuna kadar bu oranların korunacağını varsaydığımızda bile bu sene sonunda bütçe açığının 39 milyar TL civarında gerçekleşmesi söz konusu olacak.
Öte yandan, herhangi bir tedbir alınmamış olması durumunda, son 4 ayın gelirlerinin ilk 8 ayın ortalaması olan %10.8 kadar artacağını varsaymak da fazlasıyla iyimser bir tahmin olur(du). Son gelen veriler büyüme oranının 3. çeyrekte de belirgin bir şekilde gerilemekte olduğunu gösteriyor. Kapasite kullanım oranları 3. çeyrekte imalat sanayi üretiminin %2.2 civarına gerilemiş olabileceğini gösteriyor. (İlk 6 ayda bu oran %3.1 idi.) Böyle bir durumda, örneğin son 4 ay gelirlerinin artış hızının %8'e gerileyeceğini varsayarsak, bütçe açığı 42 milyar TL düzeyine çıkmakta. Bu sene milli gelirin 1,430 milyar TL civarında gerçekleşeceğini dikkate aldığımızda, böyle bir açık milli gelirin yaklaşık %3'üne tekabül etmekte.
Belki bu seviyede bir açık (cari açığın da halen gerileme trendi içinde olduğu dikkate alındığında) bu aşamada büyük bir risk unsuru olarak görülmeyebilir, ancak tedbir alınmadığı takdirde genel kamu dengesinin kötüleşmeye devam edeceği ve bu durumun 2013 yılı dengelerini de bozacağı ortada. Bu nedenle, iş daha kötüye gitmeden bu kararların alınmış olması doğru. Enflasyon beklentileri açısından da bakarsak, geçen sene Ekim ayı enflasyonunun %3.2 çıkmış olması, fiyat artışlarının manşet enflasyon üzerindeki etkisini azaltacağı söylenebilir. (Merkez Bankası'nın "enflasyondaki düşüşün yılın son çeyreğinde belirginleşeceği"ne bir kez daha vurgu yaptığı geçen haftaki toplantısında vergi artışları konusunda bilgisi olmadığını da hiç zannetmiyorum.)
Öte yandan, yapılan vergi artışlarının bu senenin bütçesine pozitif etkisi sadece 3 milyar TL düzeyinde kalacak. Bu nedenle, yılın geri kalanında eğer özelleştirmeden olağandışı bir gelir elde edilemezse (ki konjonktür de bu duruma pek müsait değil), o zaman bütçenin planlanandan daha fazla iç borçlanmayla finanse edilmesi söz konusu olacak. Bu da, tahvil faizleri üzerinde bir miktar baskı yaratacaktır.
Neticede, Hükümet eleştirilecekse, iktidarda bulunduğu 10 küsur sene zarfında, neden çok daha iyi ekonomik konjonktür dönemlerinde bütçenin gelir ve gider yapısında yapısal reformlar yap(a)madığı konusunda eleştirilmeli, bugün mecburiyetten aldığı kararlar konusunda değil.