Buralarda...

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Bulutlar yeryüzüne öyle yakınlaştılar ki... Islak damları da içlerine alıp götürüverecekcesine neredeyse onlara sürtünerek geçiyorlar... Yağmur, rüzgârla birlikte sicim gibi düşüyor... Baca dumanlarının savruluşu, ne kadar kararlı estiğini kanıtlıyor, neredeyse fırtına...

Son aylarda yaşanan hastalık, ardından o sonsuz "gidiş"...

Aramızdaki yaş farkı hiç azalmamıştı ki... Doğduğumda kaç yıl benden büyükse, gittiğinde de aynı sayıyı koruyorduk... Bir tek değişen, ona duyduğum sevginin geçen yarım asırda çoğalması, çoğalmasıydı...

Karşılıksız, beklentisiz bir sevgi artık hayal oldu...

Yaşlandığımı hep hissediyordum, ilk kez büyüdüğümü duyumsadım...

Arkadaşlıklarımı, dostluklarımı, akrabalıklarımı, aşklarımı, sevdalarımı yeniden gözden geçirmenin karşı konulamaz zorunluluğu beynimi doldurmaya başladı...

Yaşadığım o zor günler, sınav niteliğindeydi...

Önümdeki varolan belirsiz zaman ise hepsinden daha güç olacaktı...

Ve yol çizgim için kararlar verdim...

Son on günde iki evi tasnif ederken, hayatımı da epey bir kurcaladım...

İstemesem de böyle olacaktı, çünkü her çekmeceden, her zarftan anılar dökülüyordu...

Unuttuklarım, hep anımsayacaklarım...

Parmak uçlarım çatlayıp derin yarıklar açılıyor, onları kremle tedavi etmeye çalışırken ruhumdaki derin çatlakları; oralara sürmeye çalıştığım merhemleri de buluveriyordum...

"Arama, kurtarma çalışmaları" sürüyordu...

Bu sabah, balkonumdaki limon ağacının üzerindeki onlarca çiçek tomurcuğunun açmaya başladığını gördüm...

Neredeyse dört aydır o tomurcular açmadan, öylece bekliyorlardı ağacın üzerinde...

Bunu bir işaret olarak mı algılamalıydım?..

Hani geçen hafta bu köşede yazdığım Oktay Rifat şiiri gibi:

Bütün yapraklarım birdenbire açarsa kork, çünkü tepeden tırnağa yalnızlığım ben, çünkü tepeden tırnağa yoksulluğum ben...

Ama açanlar yapraklar değil de çiçekler olursa...

Balkonumdaki tek limon ağacı da benim gibi kararlar vermiş olabilir miydi?

Bütün çiçeklerini açmaya, bütün meyvelerini vermeye...

Üretmeye, çalışmaya...

Tekbaşınalığın keyfini ve de acılarını yaşamaya...

(Nedense keyif’i tekil, acı’yı ise çoğul düşünüyorum)

Yeni bir hayat bu...

(Hiç sevmediğim bu dört sözcüğü kullanmayacağım.)

Yalnızca içimdeki Faruk’a belki de ilk kez doğru bir kıyafet alacağım...

Bir hırka belki bu...

Üşütmeyen, terletmeyen...

Yağmur kesildi...

Bulutlar olmaları gereken yere yükseldiler...

Martılar ve kargalar yeniden ortaya çıktılar...

Yitip giden karşılıksız sevgilerin ardından böyle bir sabah da umut verici.

Bir tren geçiyor...

Sesinden banliyö mü, uzunyol treni mi olduğunu anlamaya çalışıyorum...

Demek daha alışamamışım eve...

Yoksa, hiçbir tren sesini duymamam lâzım...

Tıpkı Niagara Şelalesi yakınında yaşayanların onun korkunç sesini işitmedikleri gibi... Güzel bir hikâyesi de vardır, Niagara yakınlarında yaşayanlar bir sabaha karşı ansızın uyanırlar, hepsi sokaklara dökülürler... Bir şey olmuştur, hepsi ayaktadırlar, ama nedenini bulamamaktadırlar. Gün ışıyınca her şey anlaşılır: Şelale donmuş, bu nedenle de sesi kesilmiştir! Gürültüyü yadırgamayanlar, bilinçaltlarında alışanlar, bu sessizlikle uyanmışlardır...

Ben, hâlâ geçen trenlerin seslerini dinliyorum...

Baudelaire’in o meşhur dizeleri gibi:

Hey vapurlar, trenler, alın götürün beni buralardan

(demiyorum)

Buralarda yaşayacağım...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar