Bu kulübe girmek istiyor muyuz?
Türkiye’nin sadece siyasetine değil, ekonomisine de önemli etkilerde bulunması beklenen yeni Anayasa referandumuna 3 hafta kadar bir süre kaldı. Bugünlerde eli kalem tutan her ekonomistin vazifesi bu değişikliğin neler getirip götüreceği konusunda fikirlerini ortaya koymak olmalı. Ancak bakıyorum da nedense çoğu köşe yazarı- ekonomist bu konulara hiç bulaşmamayı tercih ediyor! Halbuki 17 Nisan’da bizi 2 farklı senaryo bekliyor, ve bu senaryoların ekonomik sonuçları çok farklı olacak.
Ben bu hafta daha statik bir analiz yaparak, Anayasa değişikliğiyle Başkanlık sistemine geçmemiz durumunda nasıl bir milletler kulübünün üyesi olacağımıza ilişkin bazı saptamalarda bulunmak istiyorum. Sonraki haftalarda, evet veya hayır kararının Türkiye piyasaları ve ekonomisi üzerindeki orta ve uzun vadeli olası etkilerini irdeleyeceğim. (Ancak şimdiden şunu söyleyebilirim: Piyasaların bugünkü seviyesi, referandum sonucu ne olursa olsun 17 Nisan günü ortaya çıkacak riskleri fiyatlamaktan oldukça uzak!)
Dünyada yaklaşık 40 kadar ülke parlamenter demokrasi (PD) ile gene yaklaşık bir o kadar ülke de seçilmiş bir meclisin de olduğu Başkanlık sistemiyle (BS) yönetilmekte. Ağırlıklı olarak Avrupa kıtasında yer alan PD ile yönetilen ülkelerin satın alma gücü paritesine göre hesaplanmış kişi başına milli gelirlerinin ortalaması 22,350 dolar. Daha çok Amerika kıtasında yer alan BS ile yönetilen ülkeler için ise aynı rakam 11.300 dolar. Kısacası, gelir bakımından PD ile yönetilen ülkelerin vatandaşları BS ile yönetilenlerin 2 katı kadar zenginler. İnsani gelişmişlik endeksi, demokrasi endeksi vs. gibi tüm diğer kriterlerde de PD ülkelerinin büyük bir üstünlüğü söz konusu.
Uzun süreli devlet yönetimi ile ekonomik performans arasındaki ilişkiye de bakmakta fayda var. Halihazırda yönetim şekli cumhuriyet olan ülkelerde 10 ve daha uzun senedir aktif olarak icraatta bulunan 23 adet devlet başı mevcut (Çoğu devlet başkanı, az bir kısmı ise başbakan sıfatıyla). Tabii, bu ülkeler arasında PD ile yönetilen çok az ülke var (İsrail, Singapur ve Almanya). Geri kalanların tamamı az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler. Son 10 senede bu ülkelerin ortalama milli gelir büyüme hızı yüzde 4.4 olmuş. Aynı dönemde, dünyadaki tüm az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızı ortalaması ise yüzde 5.8. Demek ki uzun süreli devlet başkanlığı daha güçlü bir ekonomik performans anlamına gelmemekte.
Ekonomi literatüründe “demokrasinin mi büyümeyi hızlandırdığı, yoksa büyüdükçe demokratikleşmenin mi arttığı” konusunda da tam bir fikir birliği yok. Bazıları Güney Kore örneğini vererek bu ülkenin 1980 sonrasında demokratikleştiğini, ancak ekonomisinin altyapısının öncesindeki otoriter dönemde kurulmuş olduğuna dikkat çekiyorlar. Daron Acemoğlu ve James Robinson ise bu tip büyümenin küçük yönetici bir grubun oluşturduğu “sömürücü” kurumların (extractive institutions) bazen kendi çıkarları için yeni teknoloji ve kurumsal değişikliklere gitmesiyle sağlandığını, ancak bunun kalıcı bir büyüme yaratamayacağını savunmaktalar. Onlara göre kalıcı büyüme ancak yönetimde toplumun büyük çoğunluğunu içine alan “kapsayıcı” kurumlarla (inclusive institutions) sağlanabilir.
Paul Collier ise otoriter rejimlerin sosyolojik olarak “homojen” toplumlarda ekonomi idaresi bakımından daha etkili olduğu görüşünde. Buna tipik bir örnek Hindistan ve Çin. 3 farklı etnik grubun, 4 farklı dinin ve 15 resmi dilin bulunduğu Hindistan dünyanın en “heterojen” ülkelerinden biri. Bu nedenle de demokrasi ile yönetilmek zorunda. Çin ise (özellikle eyaletler bazında) çok daha homojen bir toplum ve totaliter bir rejimle yönetiliyor. Türkiye’yi ele aldığımızda ise, her ne kadar tek bir dil konuşuyorsak ve yüzde 98 Müslümansak da pek de homojen bir toplum sayılmayız doğrusu. Bugünün modern dünyasında toplumu homojenleştirme yönünde bir uğraşın ise nafile olduğu ve olsa olsa toplumda gereksiz gerilimler ve çatlaklar yaratacağı da ortada.