Bu büyüme kötünün iyisidir; ama yetmez

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ [email protected]

Siz şu satırları okuduğunuz sırada TÜİK 2015'in son çeyreğine ve dolayısıyla yılın tümüne ilişkin GSYH verilerini açıklamış olacak. Revize edilmiş son oranlara göre geçen yılın dördüncü çeyreğinde yüzde 7.5 artış gösteren sanayi üretiminin yarattığı ivmeyle bu dönemde toplam GSYH artışının yüzde 5.5 dolayında gerçekleşmesi, böylece yılın tümündeki büyümenin yüzde 4'ü bulması, en azından bu orana yaklaşması bekleniyor. Hem zaten hükümetin revize tahmini de yüzde 4. Dolayısıyla 2015 için bu düzeyde bir büyüme şaşırtıcı değil.

Bu orana bakarak iki yönlü değerlendirme yapmak gerekir. Birincisi, bu oranın çok iyi ve birçok ülkeyle kıyaslandığında yüksek sayılabilecek bir düzeye işaret ettiği gerçeğidir. Tüm dünyada bir ekonomik durgunluk yaşanırken, yüzde 4 büyüme elbette önemli bir orandır. 

Ama bir başka gerçek var ki o da hiç yabana atılamaz. Biz çoğu ülkeye göre yüksek sayılabilecek yüzde 4 dolayında büyümeyle gelişmiş ülkelerle olan farkı kapatma şansına hiç mi hiç sahip olamayız. Yüzde 4 dolayındaki oranlar, bizim açımızdan bir anlamda yerimizde saymak, patinaj yapmak demektir. Bu hızlı nüfus artışı olduğu sürece ne kişi başına gelirimizi artırabiliriz, ne refahımızı. Dolayısıyla Türkiye'nin büyüme hızını çok daha yukarılarda tutabilmesi, bunun için ciddi bir atılım sağlaması gerekir. 

Mevcut yapı içinde bunu gerçekleştirebilir miyiz peki? Ne yazık ki bu soruya evet yanıtı vermek pek mümkün değil. Biz hala lafla peynir gemisi yürütmeye çalışan bir ülke olmaktan öteye geçemedik ki...

Boşa geçen zaman

Değişik şekillerde de ifade edilebilen bir söz var: Hayatta üç şeyin geri dönüşü yoktur; atılan ok, söylenen söz, boşa geçen zaman.

Önceki akşam Ankara'da bir yemekte üç konuşmacı dinledim. İşveren ve işçi temsilcisiyle bir siyasetçiydi konuşmacılar. İşveren ve işçi temsilcileri, kendilerine tanınan süreye sadık kalarak sorunlarını aktarmaya çalıştılar. Siyasetçi ise, adeta asıl konusuna değinmekten kaçınırcasına tam bir saat konuştu. Ama ne konuşma...

Fikirler otelin devasa salonunda uçuşuyordu sanki. Dünyadaki enerji savaşlarını dinliyorduk bir an, sonra Türkiye'de kaç üniversite olduğuna ve bunların daha ne kadar artırılacağına geliyordu sıra, Mısır'ın devrik liderine üzüldüğümüz de oluyordu, ecdadımızın kahramanlıklarından da dem vuruluyordu. Herkes, "Asıl konuya ha geldi, ha gelecek" diye siyasetçinin ağzına bakıyordu ki öngörülen süre yarım saat olmasına rağmen bir saat süren konuşma bitiverdi, dağarcıklarda ise hiçbir şey yoktu.

Türkiye'nin zamanı çoktu yani, harcanabilirdi bol bol. Oysa çok daha iyi kullanılamaz mıydı o süre, işe yarar şekilde. Bir akşam yemeğinde kalkınmamızı zıplatacak, büyümemizi şaha kaldıracak adımlar atılacak değildi elbette. Ama havanda su dövmekten öteye geçmeyen bir saatlik siyasi nutuk yerine daha az ve öz konuşma yapılsa ve salonu dolduran işadamlarının sorunlarına eğilinse daha iyi olmaz mıydı? Gerçi işadamları öylesine geniş katılımlı bir toplantıda gerçek sorunlarını dile getirebilirler miydi, o da ayrı ya...

4-5-6 olsun da, nasıl?

Beşiktaş'ın efsane üçlüsü Metin-Ali-Feyyaz döneminden kalan "Bir-ki-üç gol yetmez, dört-beş-altı olsun..." diye başlayan bir tezahürat vardır. Bu tezahüratı Türkiye'ye uyarlarsak bize öyle "Dört-beş-altı bile yetmez". Çok daha yüksek büyüme hızlarına ihtiyacımız var. 

Ama nasıl, ne yapacağız ya da ne yapmayacağız, enerjimizi nereye harcayacak veya harcamayacağız? 

Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Yüksek büyüme hızlarına ulaşmanın yolu genel olarak belli. Önümüzde bir dizi örnek var. Kof ürünler üreterek, yükte hafif pahada ağır değil, tam tersine yükte ağır pahada hafif ürünler üreterek öyle yüksek büyüme hızlarına erişilemiyor. Ne milli gelir büyüyor böyle olunca, ne kişi başına gelir artıyor, ne de ihracat. 

"Dört-beş-altı bile yetmez" diyorsak, ki demeliyiz, bunu hamasi nutuklarla sağlayamayacağımızı da görmemiz gerekiyor. Ama bizim en büyük sorunumuz da bu değil mi. 

Aylar önce bir yazımıza bir fıkrayla girmiştik, "Miş gibi yapanlar ülkesi" diye. Bu kez o fıkrayla bağlayalım, okumayanlar ya da hatırlamak isteyenler için:

Dünyanın en büyük orkestrasının flüt sanatçılarından birinin canı sahneye çıkmak istememiş. Yıllardır tanıdığı kasaplık yapan bir arkadaşı var. Ona demiş ki, "Bu konserde benim yerime sahneye sen çıksana". Kasap şaşırmış, "Ben ne anlarım flüt çalmaktan, elime almış bile değilim" diye karşılık vermiş. Flüt sanatçısı ısrarlı "Çalmayacaksın ki" demiş: 

"Ben sana flütü nasıl tutacağını gösteririm, sen çalmayacaksın, çalıyormuş gibi yapacaksın, nasıl olsa diğer flütçüler çalacak, arada kaynar gidersin, kimse fark etmez, hem bak, boyumuz, kilomuz da çok yakın, benim kıyafetimi rahatlıkla giyebilirsin." 

Kasabın da kafasına yatmış bu düşünce. Heyecanlanmış da, ilk kez sahneye çıkacak, alkışlanacak, "Fena fikir değil" diye düşünmüş. 

Konser günü gelmiş, orkestra sahnede yerini almış. Kasap sahnede ve heyecanlı, ama bir yandan da rahat, nasıl olsa çalmayacak, flütü çalıyormuş gibi tutacak, o kadar.

Şef çıkmış sahneye, seyirciyi selamlamış, sonra orkestrasına dönmüş, başla işaretini vermiş. Orkestra da sözüm ona çalmaya başlamış. Ama o da ne... Hiç ses çıkmıyor.

Çünkü flütçü gibi diğer tüm orkestra üyeleri kendilerine bir "kasap" bulmuş, herkes çalar gibi yapıyor...

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar