Bruegel İktisat Uzmanı Nicolas Veron: ”Kötü durumdaki bankaların önünde
Piyasa uzmanları 2009 yılında küresel ekonominin daha kötüye gideceğini düşünüyorlar. Özellikle finans sektöründe ciddi bir yeniden yapılanmanın söz konusu olması bekleniyor. Bazı bankalar yok olurken, diğerleri küçülmek zorunda kalacak. Brüksel merkezli düşünce kuruluşu Breugel'in iktisat uzmanı Nicolas Veron, piyasada sermaye yükseltecek güce sahip olmayan ve yanlız kalan bankaların önünde üç seçenek kaldığını söylüyor. Bunlardan birincisi, genellikle bir başka ülkeye ait olan başka bir banka tarafından satın alınmak; ikincisi özel sermaye sanayinden sermaye kabul etmek; üçüncüsü de tamamen veya kısmen devletleştirilmek. Veron, hükümetlerin bu gelişmelere hazır olmaları gerektiğine dikkat çekiyor.
Dünya genelinde kredi makinesinin tıkandığını söyleyen Veron, sorunun bankaların kötü kaderinden kaynaklanmadığını, orta vadeli taahhütlerini yerine getiremeyeceklerinden korkan kreditörlerin hareketsiz kalmasından ileri geldiğini söylüyor. Kriz döneminde, yeterince sermayesi olmayan bankaların kredi vermediğini hatırlatan Veron, bu çerçevede Japonya krizi örneğini veriyor ve kriz döneminde krediyi tekrar harekete geçirmek için bankaların fazlasıyla sermayeye ihtiyaçları olduğunu vurguluyor.
Morgan Stanley tarafından 6 Kasım'da yapılan bir araştırma, Avrupa bankalarının 2008 yılında yapılmış olan 117 milyar Euro sermaye enjeksiyonuna ek olarak, 83 milyar Euro tutarında sermaye enjeksiyonuna daha ihtiyaç duyduklarını ortaya koyuyor. Piyasalardan gelen kötü haberlerin sonu gelmediğini belirten Veron, değişmeyen tek konunun sermaye ihtiyacı olduğunu söylüyor.
Peki bu milyarlar nereden gelecek? Veron'a göre, kriz sürecinde güçlü kalmayı başaran bankaların, bundan sonra da radikal kararlardan uzak durmaları gerekiyor. Geri kalan çoğunluğun ise önünde üç seçenek var. Bu seçeneklerden birisi, zor durumda olan bankaların güçlü bankalar tarafından satın alınması. Bir çok Avrupa ülkesinde, yerel konsolidasyonun oldukça ilerlemiş seviyede olduğunu söyleyen Veron, rekabet korunduğu takdirde, en umut vaat eden konsolidasyon senaryosunun sınır ötesi konsolidasyon olduğunu ifade ediyor. Tabii ki bunun gerçekleştirilebilmesi için hükümetlerin korumacılık duygularını bastırmaları ve kontrol sistemlerini geliştirmeleri çok önemli.
Veron'un gündeme getirdiği ikinci seçenek özel sermaye yatırımcılarının sisteme dahil olmasını içeriyor. Politikacıların bu fonlara endişeli yaklaştıklarını söyleyen Veron, bu fonların aslında kötü yönetilen bankalarda strateji, kültür ve organizasyon değişikliği açısından önemli bir etki yaratabileceğini belirtiyor. Büyük bir bankanın, bir sermaye fonu tarafından satın alınmasının hayal ürünü olmadığını da kaydeden Veron, benzer anlaşmaların Japonya ve farklı Asya ülkelerinde başarıyla gerçekleştiğini söylüyor.
Veron'un üçüncü seçeneği ise, tüm seçenekler tükendiği durumda, hükümetlerin duruma müdahale etmesi ve zor durumdaki bankaları devletleştirmesi. Her ne kadar önde gelen finansçılar bu düşünceye olumlu bakmasalar da, Veron'a göre gerekli olduğu durumlarda hükümetlerin banka hisselerini satın alabileceklerini ifade ediyor.
İKİNCİ YAZI
İspanya, AB yolunda Türkiye'ye ilham kaynağı olabilir mi?
İspanyol düşünce kuruluşu Royal Elcano Enstitüsü'nde görevli William Chislett'in Açık Toplum Enstitüsü Türkiye masası için hazırladığı kitapta Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde İspanya'nın model olabileceğini ileri sürülüyor. Chislett, "Ekonomi alanında gerekli uygulamalar yerine getirildiği takdirde İspanya bir ülkenin AB üyelik süreci üzerinde inanılmaz derecede olumlu etki yaratabilir" yorumunda bulunuyor. Türkiye'nin İspanya ile karşılaştırıldığında daha yoksul ve daha kalabalık bir ülke olduğuna ve dolayısıyla sürece göreceli bir dezavantajla başladığına dikkat Çeken Chislett, buna rağmen Türkiye ve İspanya arasında çok sayıda ortak noktanın bulunduğuna dikkat çekiyor. Chislett'in sıraladığı benzerlikler şöyle:
- ıÜüİspanya ve Türkiye, Akdeniz'in iki ucunda, stratejik geçişleri (İstanbul, Çanakkale ve Cebelitarık boğazları) kontrol ederken; birçok farklı kültürün karşılaşma noktası olmuş ülkeler;
- Biri Müslümün dünyanın, diğeri Hıristiyan dünyanın liderliğini elde elde etmeye çalışmış emperyal bir kültürden geliyor; iki ülke bugün BM'nin Hıristiyan ve Müslüman dünyalar arasında köprü kurmaya çalışan Medeniyetler İttifakı'nın sponsorları;
- İspanya ve Türkiye siyasetleri muhafazakar ve otoriter siyasi kültürlerinin izlerini taşıyor; iki ülkede de gelenekçiler ve modernleşmeciler arasındaki çatışma farklı şekillerde de olsa sürüyor;
- İki ülkenin de ekonomileri tarıma dayanmaktaydı;
- İki ülke de kırsal kesimden kentlere iç göç yaşamış;
- İki ülke de Avrupa'ya yüz binlerce misafir işçi göndermiş;
- İki ülke de ayrılıkçı akımlar ve terörizm ile mücadele etmekte;
- 20. yüzyılın büyük bölümünde, iki ülkede de, silahlı kuvvetler siyaset sahnesinde son derece etkin oldu.
Chislett, çalışmasında aynı zamanda İspanya deneyiminden çıkartılabilecek derslerin de altını çiziyor. Listenin en başında, AB katılım müzakereleri sürecinde siyasiler arasında fikir birliği sağlamanın ve AB üyeliğinin toplumun her düzeyinde bir ulusal hedef haline getirmenin önemi yer alıyor. Listenin bir diğer maddesi mümkün olduğunda siyasi reformlarla paralel olarak gerçekleştirilmesi. Silahlı kuvvetlerin siyaset dışında kalması da gerekli gösterilen unsurlardan bir diğeri.
Bu arada Chislett kitabını iyimser bir notla bitiriyor ve "AB'ye katılım için adaylığı kabul edilen hiçbir ülke üyelik müzakereleri açıldıktan sonra reddedilmemiştir" diyor.