Bizim gibi ülkelerin dış kaynak sorunu nasıl çözülecek?
Bu ayın yazısına önce kısa bir durum değerlendirmesi ile başlıyorum. Daha sonra bu değerlendirmede yer alan ve çarpıcı bir hal almaya başlayan özel kesimin yeni dış kaynak bulma sorununa farklı bir çerçeveden bakmaya çalışacağım.
Durum değerlendirmesini son günlerdeki yoğun veri akışına dayandıracağım. Tüm verilerle değil de, küresel krizin Türkiye'yi etkileme kanallarına ilişkin verilerle ilgiliyim. Bir de bunların sonuçlarını ele alacağım.
Birinci kanal (dış talep sorunu): Küresel kriz kürede şirket iflaslarına yol açıyor. Dünya ölçeğinde işçi çıkarmalar artıyor, işsizlik yükseliyor. Küresel gelirdeki bu düşüş, beraberinde mal ve hizmet talebini de düşürüyor. Ayakta kalan şirketler ise, hem kredi bulmakta zorlanmaları, hem de talep eksikliği nedeniyle üretimlerini azaltıyorlar. Daha fazla kişi işinden oluyor, gelirler azalıyor, talep daha da düşüyor. Bu gelişmeler, tüm dünyada ihracata dayalı şirketleri ve sektörleri çok zor durumda bırakıyor. Bizde de durum böyle. İhracatımız ve bu nedenle üretimimiz düşüyor. İhracatımıza ilişkin son veri, TİM tarafından açıklanan ocak ayı verisi: 2008'in aynı ayına göre toplam ihracatımızda yüzde 28'lik bir düşüş var.
İkinci kanal (güven sorunu): Hem küresel kriz nedeniyle, hem de içeride önceleri durumu hafife alan demeçler sonraları da yeni bir programın açıklanmamış olması nedeniyle, tüketici ve yatırımcı güveninde azalma bekliyorduk. Bu beklentiye paralel biçimde bir süredir bu göstergeler baş aşağıya gidiyorlardı. Son gelen verilerde ise küçük bazı toparlanmalar göze çarpıyor. Ama yine de güven göstergeleri tarihsel olarak düşük düzeylerde geziniyorlar. Bu durum, başka sorunlar yaratıyor, ya da ortadaki sorunları ağırlaştırıyor.
Üçüncü kanal (iç kredi sorunu): Bankalar hem kendi dertleri nedeniyle (dışarıya borç ödeme ve ileride geri dönmeyen kredi oranında artış gibi sorunlar), hem şirketler kesiminin bu ortamdan kötü etkileneceğini bildikleri için, hem de tüm ülkedeki varlık değerlerindeki düşüş nedeniyle açtıkları kredilere ek teminat istiyorlar. Ya da kredilerini geri çağırıyorlar, taze kaynak yaratmakta nazlanıyorlar. Bu durum çok önceden beklediğimiz bir durumdu.
Toplam kredi stokuna ilişkin en güncel veri 30 ocak tarihli. Bir önceki haftaya kıyasla küçük bir artış olmasına karşın, mevduat bankalarının toplam kredi hacminde 24 ekim'den bu yana yüzde 4.3'lük bir azalma var. Bu kredilerin bir alt kalemi olan tüketici kredilerine ilişkin en güncel veri ise 6 şubat tarihli. Tüketici kredilerinde de benzer bir eğilim var.
Dış kaynak azalıyor
Dördüncü kanal (dış kaynak sorunu): Küresel mali piyasalardaki daralma, bırakın ileriyi bugün bile ne olacağının belirsizliği, küresel fon akımlarını azaltıyor. Bu ortamda özellikle şirketlerimiz, bir ölçüde de bankalarımız dış kredi bulmakta zorlanıyorlar. Bazıları uygun koşullarda bulmakta güçlük çekiyor, diğerleri bir miktar ağır koşullara razı olsa da bulamıyor.
Oysa hem bankalarımızın hem de şirketlerimizin 2009 yılında vadesi dolan önemli miktarda dış borçları var. Bunların tümünü ödemeye yetecek kadar yeni dış borç bulmakta zorlanmaları, vadesi gelen borçlarının bir kısmını kendi kaynaklarıyla ödeyecekleri anlamına geliyor. Bu da bilançolarını küçültücü, dolayısıyla hem üretimi hem de istihdamı azaltıcı yönde bir etki yapacak.
Açıklanan son ödemeler dengesi rakamları ile 2008'in aralık ayına ait gelişmeleri de görmüş olduk. Tablo 1'de bankaların, Tablo 2'de ise şirketlerin yurtdışından yaptıkları borçlanmalara ve geri ödemelere ait aylık ortalama değerler var. Beklediğimiz olumsuz gelişme tüm hızıyla sürüyor.
Etkilerin beklenen sonuçları gözleniyor
Bu dört sorun başka sorunlar da yaratıyorlar. Mesela, güven azalmasına bağlı olarak şirketler arası vadeli alışverişler bıçak gibi kesiliyor. Çek, senet, ticari kredi kullanımı azalıyor. Büyük üreticiler, ana bayilerine ve bayilerine bu ödeme biçimlerini kabul ederek mal satmakta tereddüt ediyorlar.
Güven azalması, banka kredilerindeki azalma ve keza ticari kredilerdeki (vadeli satışlardaki) daralma nedenleriyle iç talep düşüyor. Yarınından emin olmayan, büyük meblağ tutan tüketim harcamalarını erteliyor. Yatırım yapacak olan 'bir süre sonra' gözden geçirmek üzere projesini rafa kaldırıyor. Harcama yapmaya niyetli olan tüketici ise eskisi kadar rahat tüketici kredisi bulamıyor. Aynı zorluk yine de yatırım yapmak isteyen ya da yarım bırakamayan yatırımcı için de geçerli. Hem dış, hem de iç kredi bulmakta zorlanıyor. Sonuçta iç talep düşüyor.
Öte yandan, bu ortamda kur ve faizlerin yarın ne değer alacağını kimse öngöremiyor. Özellikle de kurların. Bu da mevcut belirsizlikleri önemli ölçüde artırıyor ve iç talebi daha da düşürüyor.
Sonuçta hem istihdam, hem de üretim azalıyor. Daha mürekkebi kuru; hafta başında açıklandı: Kasım ayında işsizlik oranımız yüzde 12.3'e yükseldi. Bu, bir yıl öncesinin aynı ayına göre 2.2 puan, iki yıl öncesine göre ise 2.7 puan daha yüksek bir rakam. Kısa zamanda çok keskin bir artış. Üstelik daha kasım ayına ait bu rakam, krizin tüm etkisini yansıtmıyor. Önümüzdeki aylarda daha yüksek işsizlik rakamları göreceğiz maalesef.
Benzer bir sevimsizlik milli gelir rakamlarında da var. Tüm hız küçülüyoruz. Eylül ayından bu yana sanayi üretimi artan bir hızda azalıyor. Kasım ayındaki sanayi üretimi 2007 kasımına göre yüzde 13.3 daha azdı. Bu oran aralık ayında yüzde 17.6 oldu. Çok yüksek bir değer bu.
Geçen ayki yazımı şöyle bitirmişim: "Sonuç olarak 2009 yılında ekonomimizin küçüleceğini beklemek en gerçekçi tahmin olarak görünüyor. Peki, ne kadar küçülecek? Bu değişken ortamda tahmin yapmak zor; tahminlerde büyük miktarda hata yapmak riski var. Ama yüzde 1 dolayında bir küçülmenin bile sevindirici olacağını sanıyorum. Kısacası, yüzde 1'lik bir küçülme tahmini iyimser bir tahmin gibi görünüyor. Daha fazla küçülme riski az değil."
Dişe gelir bir ekonomik program açıklanmadıkça ve hiç olmazsa kamunun dış kaynak sorununu ortadan kaldıracak IMF anlaşması yapılmadıkça, yüzde 2'lik bir küçülmeye bile sevinmek gerekiyor. Çünkü saydığım koşullarda ekonomimiz 2009'da daha fazla küçülecek.
Krizi çıkaran daha az cezalandırılıyor
Evet, ara başlıktaki gibi ceza ile suç birbiriyle orantılı değil. Bu asimetriye iki belirgin örnek verilebilir: Birincisi, bizim gibi ülkeler, krizi doğuran ve yayan ülkelerden çok daha şiddetli biçimde küçülüyorlar. İkincisi, giderek azalan küresel sermaye bizlerden bu ülkelere büyük bir hızla kaçıyor (kaliteye kaçış).
Avro kullanan 15 AB üyesi ülkenin ekonomileri 2008'in son çeyreğinde ortalama yüzde 1.5 oranında küçüldüler. Buna karşın, aynı dönemde ABD ekonomisi yüzde 1.3 oranında küçüldü. Mart ayının sonunda bizim dördüncü çeyrek milli gelir verileri yayınlanacak. Hiç şüpheniz olmasın, küçülme hızımız hem ABD'de hem de AB'de gerçekleşenin kat ve kat üstünde olacak. Aynı olguyu 2009'un ilk çeyrek 'küçülme' verileri açıklandığında da göreceğiz.
Bize benzer ülkelerin bir kısmı da aynı dertten muzdarip. Mesela, Doğu Avrupa ülkeleri: Özellikle Macaristan gibi özel kesimin borcunun çok fazla olduğu ülkelerin topun ağzında olduğu belirtiliyor. Krizden en az etkilenecek ülkeler arasında gösterilen Çek Cumhuriyeti ve Polonya için bile yüzde 2-5 arasında daralma öngörülüyor 2009'da. Bulgaristan, Romanya, Baltık Ülkeleri ve Ukrayna için küçülme oranının iki haneli rakamlara ulaşılabileceği tahmini yapılıyor.
İkinci asimetri küresel sermayenin 'kaliteye kaçış' eylemi nedeniyle ortaya çıkıyor: Mali piyasaları neredeyse çökecek duruma gelen ABD Hazinesi'nin çıkardığı tahviller, kriz ortamında müthiş bir talep ile karşı karşıya. Mali yatırımcılar, koşturarak ABD Hazine tahvilleri alıyorlar. Talebi artan bir malın fiyatı da artıyor. Tahvil fiyatı ile faizi ters yönde hareket ediyor. Sonuçta ABD Hazine tahvillerinin faizi baş aşağıya gidiyor.
Konuya uzak olan okuyucular için bir teknik parantez açayım. Vadesi dolduğunda karşılığında bankanıza götürüp üzerinde yazılı olan 100 doları alacağınız bir tahvili vadesine bir yıl kala bankanızdan (ikincil piyasadan) 90 dolara satın aldığınızı düşünün. Tahvili bir yıl tutup vade bitiminde 100 dolarınızı tahsil ettiğinizde 10 dolar kazanmış oluyorsunuz. Dolayısıyla, elde ettiğiniz getiri (faiz: 10 bölü 90 eşittir) yüzde 11.1 oluyor. Oysa bu tahvilden çok kişi satın almak isterse, 90 dolar olan fiyatı belki 95 dolara çıkacak. İlla almak istiyorsanız, daha yüksek fiyattan satın almak zorunda kalacaksınız. Bu durumda vade bitiminde parasal getiriniz sadece 5 dolar olacak, elde ettiğiniz faiz getirisi de (5 bölü 95 eşittir) yüzde 5.3'e düşecek.
Krizi çıkaran ülkenin tahvillerinin talebi artıyor!
Dolayısıyla faizi etkileyen başka unsurlar değişmiyorken, bir tahvilin piyasa faizinin baş aşağıya gitmesi ona olan talebin arttığını (fiyatının yükseldiğini) ifade ediyor. Grafik 1'de, 2007'nin temmuz ayının ilk günü ile geride bıraktığımız cuma günü arasında, ABD Hazinesi'nin iki yıl vadeli tahvilinin ikincil piyasadaki faizinin gelişimi gösteriliyor. Dönemin önemli bir kısmında düşmüş bu faiz.
Tabii ki ABD Merkez Bankası'nın faiz indirimlerinin de bu gelişmede rolü var. Ancak, bu düşüşün temel nedeninin küresel mali yatırımcıların 'kaliteye kaçış' olarak adlandırılan eylemleri olduğu da konuyla ilgili herkes tarafından biliniyor. 'Kaliteye kaçış'tan kasıt, daha riskli görülen ülke tahvillerinin ve benzeri mali varlıklarının elden çıkarılarak, daha güvenli görülen ülkelerin mali varlıklarının satın alınması. Burada daha güvenli görülen ülke ise mali sistemi çöküntünün eşiğine gelmiş olan ABD!
Krizin derinleştiği dönemde Türkiye ve ABD'deki ikincil piyasa faizlerinin karşılaştırılması da bu açıdan ilginç olacak. Grafik 2'de bu karşılaştırma 2008'in ağustos ayının başı ile kasım ayının sonu arasındaki dönem için yapılıyor. Üstteki yukarıya doğru giden eğri (ve sağ eksendeki rakamlar) bizim gösterge tahvilin faizi. Alttaki de az önce sözünü ettiğim iki yıl vadeli ABD tahvilinin faizi. Hareket tam ters: Kriz 'orada' çıkıyor, 'risk' burada artıyor!
Daha az ceza için ne yapılabilir?
G-20 toplantılarında ya da başka platformlarda küresel mali sistemin yeniden tasarımı tartışılıyorken bu asimetriye dikkat çekmekte yarar var: "Günahı daha az olanların" daha çok cezalandırılmalarının önüne geçilmesi gerekiyor. Piyasanın cezalandırmasının önüne geçmek mümkün olmaz elbette, ama bu cezayı telafi edecek kurumların inşasının gerekliliği sözünü ettiğim şey.
Yukarıda Aralık ayı itibarıyla Türkiye'de özel sektörün taze dış kaynak bulmakta nasıl zorlandığına ilişkin rakamlar verdim. Az önce de 'kaliteye kaçış' eyleminden bahsettim. Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor, aynı sorunu yaratıyor. Bu sorunu ağırlaştırabilecek bir başkası daha var:
Çok sayıda gelişmiş ülkede iç talebi artırmak amacıyla devlet harcamalarında artışa, vergi gelirlerinde de indirime gidiliyor. Bu tür genişlemeci maliye politikaları sonucunda ABD gibi zaten bütçe açığı veren ülkelerin bütçe açıkları daha da artacak. Bu, bu ülkelerin sermaye piyasalarından eskisine kıyasla daha fazla borçlanacakları anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle, bizim gibi ülkelere gelecek sermaye miktarı sadece 'kaliteye kaçış' nedeniyle değil, bir de bu önlemler nedeniyle azalacak.
Geçenlerde Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) 2009 için net sermaye akımları tahminlerini açıkladı. Bu tahminler, gelişmiş ülkelerdeki yeni mali genişleme önlemlerinden doğan borçlanma gereksinimlerini ne ölçüde dikkate alıyor, bilemiyorum. Ancak, bu tahminlere göre, IIF'ye üye olan 28 tane gelişmekte olan ülkeye 2009'da net 165 milyar dolar uluslararası sermaye gelmesi bekleniyor. Bu rakam 2007'de 929 milyar dolardı!
2007'den bu yana Türkiye'de ekonomi politikası alanında çok sayıda hata yapıldı. 2001 krizinden sonra uygulamaya konulan ve miadı dolan ekonomik programın yerine yenisi koyulmadı. Sonra da küresel kriz kapıyı çaldı. Buna karşı dişe dokunur bir şey yapmadık. Bu anlamda oldukça günahkârız.
Bunları şimdilik unutalım ve sadece krizi bizim ve bizim gibi ülkelerin çıkarmadığı gerçeğine odaklanalım. Bu anlamda, daha az günahkâr olan ülkeler ile ilgiliyiz. Soru şu: Bu ülkeler kendi ekonomilerinin hızla küçülmelerini biraz olsun engellemek için, bu 165 milyar dolardan daha fazla miktarda fona gereksinim duyuyorlar. Bu nasıl sağlanacak?
Bunun nasıl sağlanacağı şüphesiz son tahlilde küresel finansal yapının yeniden tasarımıyla ilgili. Ama bu tasarımı bekleyecek zamanımız yok. Hemen şimdi ihtiyaç var bu fon miktarının artmasına. Geçiş dönemini bizim gibi ülkeler nasıl atlatacak?
Bu konu gelişmiş ülkelerle yapılacak pazarlıklarda mutlaka masadaki en önemli konu olmalı. Üstelik bu sorun onları da yakından ilgilendiriyor. Nihayetinde uluslararası ticaretin bıçak gibi kesilmemesi herkesin çıkarına. Bunun için bizim gibi ülkelerin gelir düzeyinin baş aşağı gitmemesi gerekiyor.
Bunu sağlamak üzere geliştirilen önerilerden iki tanesi IMF üzerinden çalışıyor. Her ikisi de IMF'nin bu tür ülkelere sağlayacağı fon miktarını artırmayı hedefliyor. Birincisi, ülkelerin 'özel çekim haklarının (SDR)' geçmişle karşılaştırılmayacak boyutta artırılmasına ve bu mekanizmaya işlerlik kazandırılmasına yönelik. İkincisi ise, günahkârlar ile daha az günahkâr olanları ayırt edip, günahları az olanlara çok az koşulla ve nazlanmadan IMF'nin kredi açmasına dayanıyor.
Şüphesiz Türkiye'nin bu geçici dönem tasarımına bel bağlamadan, az biraz da olsa dış kaynak yaratmak için yapabilecekleri vardı. Eylül ayından bu yana bu köşede çeşitli biçimlerde yer aldı: Yurtdışında çalışan vatandaşlarımızın Merkez Bankası'nda tuttukları döviz cinsi mevduat stokunu şirketlere krediye dönüştürecek bir mekanizma tasarlanabilirdi. Hatta daha da ileriye gidilip, Merkez Bankası dışına çıkarıldıktan sonra, bu stoku artırıcı (yeni mevduat çekici) önlemler de alınabilirdi (bu mevduatlara ödenen faiz artırılabilirdi). Böylelikle, bu hesapların Merkez Bankası dışına çıkarılmasının yapılabilirliği hakkında ileri sürülen en büyük itiraz olan güvence kaybını telafi etmek de mümkün olabilirdi. Yapılmadı.
Bize de elalemin yeni finansal sistemi ve geçiş dönemini tasarlamasını beklemek, bir parça da G-20 toplantılarında bu konuda bir-iki fikir ileri sürerek onlara yol göstermeyi ummak seçeneği kaldı. Olsun. Hiç olmazsa bu G-20 platformunu düzgün kullanalım.