Biz mi geleceği planlıyoruz, gelecek mi bizi?

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

Son zamanlarda ülkemizde dördüncü sanayi devrimi, Endüstri 4.0 yoğun bir şekilde gündemde. Kaçırdığımızı kabul ettiğimiz birinci ikinci üçüncü sanayi devrimlerinden sonra dördüncü sanayi devrimi trenini nasıl yakalayabileceğimiz konusunu her yerde tartışıyoruz. Dileğimiz bu tartışmaların ve arayışların boş bir laf kalabalığı olarak kalmaması, somut neticelere ulaştırılabilmesi. Bugünkü yazımızı sayın Metin Münir’in bir köşe yazısından esinlenerek hazırladık. 

Bilindiği gibi ikinci sanayi devriminin simgesi olarak Ford’un yirminci yüzyılın başlarında seri üretime geçmesi kabul edilir. Böylece üretimde verimliliğin büyük ölçüde artırılması sonucunda otomobilin üretim maliyetinde önemli tasarruflar sağlanmıştı. Bu sayede araba fiyatları aşağı çekilmiş, geniş toplum kesimlerinin araba satın alması imkanı doğmuştu. Diğer sanayi alanlarına da seri üretim teknolojilerinin uygulanmasıyla ekonomide önemli gelişmeler sağlanmıştı. Yirminci yüzyılın başında seri üretimi gerçekleştirdiğinde Ford’un fabrikasından sadece tek bir renk araba çıkıyordu: Siyah. O dönemde seri üretimin sağladığı verimlilik artışının gerektirdiği bir zorunluluktu bu. Bu sonuçla Henry Ford, “isteyen istediği renk arabayı seçebilir” diye espri yapıyor ve hemen arkasından ilave ediyordu: “Ama bir şartla, yeter ki istediği renk siyah olsun!”

Artık yakın bir gelecekte Endüstri 4.0 ile aynı banttan sadece farklı renkte arabalar değil, müşterinin istediği daha birçok farklı niteliklere de sahip arabaları üretmek mümkün olacak. Arabalarımız binlerce vasıfsız işçinin dakikalara, hatta saniyelere bağlı olarak kan ter içinde harıl harıl çalıştığı üretim bantlarında değil, yüzlerce binlerce robotun yemeden, içmeden gece gündüz demeden ve hiç şikayet etmeden tıkır tıkır çalıştığı robotik fabrikalarda üretilecek. Ama yine de, belki de yukarıdaki Henry Ford esprisine nazire olarak, Endüstri 4.0 devrimi ile bu robotik fabrikalarda canlı olarak bir bekçi ile bir köpeğin istihdamının kaçınılmaz olacağına işaret ediliyor. Köpeğin görevi bekçiyi robotlara yaklaştırmamak olacak. Bekçi de her gün köpeğin yemeğini verip onu doyurmakla sorumlu olacak. Köpeğin ve bekçinin başkaca bir görevi olmayacak. 

Muhakkak ki birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü sanayi devrimleri derken bunların beşincisi, altıncısı, yedincisi ile süreç devam edecek. Hem de hızlanarak. Birinciden ikinciye geçiş yüz yıla yaklaşırken, ikinciden üçüncüye geçiş altmış yetmiş yıla, üçüncüden dördüncüye geçiş onun da yarısına kadar indi. Yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı bu değişimler sadece üretimi, sadece işletmeleri, sadece ekonomiyi etkilemiyor. Ortaya çıkan yeni paradigmalarla tüm sosyal ve kültürel hayat da derinden etkienliyor. Bu yeni paradigmaları reddetmek ve onları engellemeye çalışmak Don Kişot’un yel değirmenleriyle mücadelesinde benziyor.

Sonuçta bu yeni paradigmalara direnenler Don Kişot’laşırken, onların rüzgarını arkasına alabilen kişilerin, kuruluşların, ülkelerin gelişme yolunda önleri açılıyor. Hem ekonomik ve hem de sosyal ve kültürel alanlarda hızla gelişiyorlar. Voltaire’in, “zamanı gelen fikirler kadar güçlü bir şey yoktur” sözündeki “fikir” kelimesinin yerine “paradigma” sözcüğünü koymak bu açıdan daha doğru olur herhalde. Bu fırsatı kaçıranlar ise yine Voltaire’in Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’na ilişkin o isabetli remarkında işaret ettiği gibi, “ne mukaddes, ne Roma, ne Cermen ne de İmparatorluk” olamama gibi bir duruma düşüyorlar. Oldukları yerde kalıyorlar hatta göreceli olarak giderek fakirleşiyorlar. Eğer bu gafı yapan bir işletme ise fotoğrafçılık alanında makinasıyla filmiyle yılların en önde koşan firması Kodak’ın durumuna düşüyor. Çok başarılı bir geçmişi olsa da batmaktan kurtulamıyor. Şayet ülke ise bugün kendilerine gelişmişlik düzeyinin ancak alt sıralarında yer bulabilen geçmişin anlı şanlı imparatorluklarının varisi olan ülkelerin durumuna düşüyor. Uluslararası çeşitli gelişmişlik düzeyi endekslerindeki yerleri ileri doğru değil geriye doğru gidiyor.

Bugünkü yazımızın başlığı olan “Biz mi geleceği planlıyoruz gelecek mi bizi?” sorusunu sorarken de gerçeği vurgulamak istedik. Muhakkak ki bu sorunun her iki yarısı da doğru. Hem biz geleceği planlıyoruz hem de gelecek bizi planlıyor. Her kişinin, her kuruluşun, her ülkenin planlama alanı onun irade-i cüziyesi ile irade-i külliyesi tarafından belirleniyor. Zira zamanı gelen paradigmalar bizi planlamaya başlayan geleceğimizdir. Biz ancak o paradigmaların sunduğu alanda bizzat kendi geleceğimizi planlama durumunda kalıyoruz. Neyin bizim planlama sınırımız içinde neyin dışında kaldığı ise zaman süreci içinde sürekli değişiyor. Bu sınırı aklımızla belirleyeceğiz. Bu gerçeği geçmişi binlerce yıl gerilere giden aşağıdaki kadim dileyiş ne güzel dile getirir: “Tanrım bana, değiştirebileceklerimi değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek iiçin sabır ve ikisini birden ayrıt edebileceğim akıl ihsan eyle!”

Maalesef aklımızla bu ayrımı bazen yeterince yapamıyoruz. Geçmişin değerlerinden, geçmişin paradigmalarından kurtulmak mümkün olmuyor. Ufukta görülmeye başlayan, hatta bazen varlığını gümbür gümbür haykıran yeni paradigmalar fark edilemiyor. Veya fark edenlerin sesleri çıkmıyor, sesleri yeterince duyulmuyor. Bazen de o seslere kulaklar tıkanıyor. Duyanların bazıları ise konuşamıyor, yazamıyor. Zorla veya korkuyla susturuluyor.

Sonuçta ne mi oluyor? 

Nazım Hikmet’in 

“Ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin,

Duyuldu uykusundan uyandığı

Zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.” 

dizelerindeki tık sesi işitilemiyor. Veya işitmesi gerekenler aymazlığa düşüyor veya kulaklarını kapıyor. 

Duyup görenlerin bazıları ise duyup gördüklerini değil, güçlü olanların işitmek istediklerini söyleyip yazmayı tercih ediyor, dalkavukluk yaparak maddi manevi çıkar sağlama yoluna gidiyorlar. İktidar sahiplerini de yoldan çıkarıyorlar. Bu kez de sonuçta ne mi oluyor? Necip Fazıl’ı aşağıdaki dizeleriyle adeta haykırtıyorlar: 

“Fikrin ne fahişesi oldum ne zamparası!

Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası”.

Evet, aklın sınırları bazen bu ayırımı yapamıyor. Geçmişin değer yargılarından, alışılmış paradigmalarından kurtulmak kolay olmuyor. Ufukta görünen gerçeklerin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğinden emin olunamıyor. 

Böylesi bir ortamda cesaret gösterme konusuna gelince. Cesaret başarı için gerekli ama, yerinde ve zamanında gösterilmeyen, gerekli ve yeterli bilgiyle donatılmadan girişilen cesaret bazen de felaketlerin nedeni olabiliyor. Her halukarda yerinde bir pragmatist tutum sergilemek bu şartlarda yararlı oluyor. İstişare, meşveret gibi toplumumuzun geleneklerinde var olan özellikler burada önem kazanıyor. Fikir özgürlüğü olmazsa olmaz bir gereklilik oluyor. Bu çerçevede şu kadim değerlendirmeyi hatırlamakta da yarar var: “Geçmiş artık yok ve bir daha geri gelmeyecek, gelecek ise belirsizliklerle dolu. Şimdi ise Tanrının sana sunduğu bir hediye, onu iyi değerlendir!” 

Bu gerçeği en iyi anlayan İngilizlerin dillerindeki “present” sözcüğünü bu nedenle hem “şimdi” ve hem de “hediye” anlamında kullandıkları söylenir! Esasen, “şimdi” değerlendirilemez, bir kargaşa ve kutuplaşma ortamına girilirse yararlı hiçbirşey yapılamıyor. Ama planlayabileceğimiz geleceği de muhakkak planlamak şart. Zira aşağıdaki gerçeği de hiç unutmamak gerekiyor: “Planlamayanı planlarlar!” Bu gerçek sadece kişiler için değil, işletmeler ve özeli resmisi ile tüm kuruluşlar, hatta ülkeler için bile geçerli.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017