“Bırakmayın yapmasınlar, yakalayın kaçmasınlar”
Yukarıdaki başlık, liberalizmin herkesçe bilinen o meşhur sloganının yanlış yazılmış şekli değil. Tam tersine, geçmişi ta Adam Smith’e kadar uzanan “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganına nazire olarak dile getirilen bir söylem. O meşhur sloganı hicveden bir metafor.
Bu sözcükleri 1980’lerin sonlarında (1990’ların başları da olabilir) bir gazetenin köşe yazısında okuduğumda doğrusu çok etkilenmiştim. Maalesef şimdi o köşe yazarının ismini hatırlamıyorum. Demek ki bazı yazıları kesip saklamak, bazı sözleri bir yerlere not etmek gerekiyor. Bu bağlamda Mark H. McCormack’In “Harvard İşletmecilik Okulu’nda Öğretilmeyenler” adlı kitabındaki öğütleri ne kadar anlamlıdır: “Nereye isterseniz not edin. İsterseniz gömleğinizin koluna yazın, ama bir yere not edin. Böylelikle zihninizi boşaltmış ve başka şeyler düşünebilmeniz için yer açmış olursunuz.”
Gençlerimize bu hususu ihmal etmemeleri gerektiğini özellikle öğütlemek istiyoruz. Zira hepimizin çok iyi bildiği gibi, “hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.”.
Evet, o yıllar Turgut Özal’ın, 1980’li yıllarla birlikte başlattığı “ihracata yönelik serbest piyasa ekonomisi” uygulamalarının olumsuz bazı sonuçlarının da ortaya çıkmaya başladığı dönemdi. Hukuki altyapısı oluşturulmadan devreye sokulan bu uygulamaların istismar edildiği yıllardı. Bir yandan ülkemiz serbest piyasa ekonomisi yolunda ilerlerken, diğer yandan da hayali ihracat, yolsuzluklar, rüşvetler de artarak sürüp gidiyordu.
İşletmesi batmış veya işine öyle geldiği için işletmesini iflas etmiş gösteren işadamlarının, yolsuzluk ve rüşvet iddialarına muhatap olmuş yöneticilerin, bazı bankacıların ve bankerlerin yurtdışına kaçtığı yıllardı. Bazıları ABD’ye, bazıları İsviçre ve diğer Avrupa ülkelerine kaçmıştı. Rüşvet aldığı iddia edilen bir banka genel müdürünün, rüşveti veren işadamından ispat etmesi için belge istediği; işadamlarının da, bu talebi “rüşvetin belgesi mi olur, p….!” diye hakaret ettiği, ülkemiz açısından yüz kızartıcı yıllardı. Ülkemizin ekonomik gelişmesinin en başarısız olduğu 1990’lı yılların habercisi olan talihsiz bir dönemdi. Ve bu yıllara da yazımızın başlığı hakikaten çok yakışıyordu. Günümüzde, ekonomik açıdan en etkin sistem olduğu tartışmasız kabul edilen serbest piyasa ekonomisinin yanlış anlaşılıp yanlış uygulanmasının olumsuz sonuçlarını hicveden daha anlamlı bir metafor bulunamazdı herhalde.
Hukuki altyapısı oluşturulmadan alelacele uygulamaya konulan bir serbest piyasa ekonomisi düzeni hayır değil şer getiriyordu. Sadece arz ve talebi serbest bırakarak bu düzenden olumlu sonuçlar beklemek hayaldir. Zira serbest piyasa ekonomisi mekanik bir düzen değildir. Etik ve hukuki kurallara muhakkak ihtiyaç duyulan sosyal bir düzendir. 1974 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Friedrich von Hayek’in ifadesiyle “ekonomi insan yapması olmayan ama içinde insan olan” bir düzendir.
Hayek ekonomik düzeni şöyle açıklıyordu: “Liberal ekonomik düzen aynen doğada olduğu gibi karmaşadan doğar. Milyonlarca birbirinden bağımsız karar ve bilgi birimleri, karşılıklı etkileşim sonucunda, düzensizlik değil muhteşem bir düzen doğurur.”. Ekonomi, küresel düzeyde milyarlarca insan davranışının bir sonucudur. Her gün milyarlarca insan şu veya bu ürünü satın almaya veya satmaya, üretmeye, tüketmeye, tasarruf etmeye veya yatırım yapmaya, ortaklığa girmeye ya da bir ortaklıktan çıkmaya yönelik milyonlarca karar almakta, uygulamaya geçmektedir. Bu insanların aldıkları kararlarla ekonomi oluşuyor. Bu oluşum sürecinde kartelleşmelere tekelleşmelere, ekonomik gücün kötüye kullanılmasına izin verilmemesi gerekiyor. Külfete katlanmadan nimetlerini artırmak isteyenlerin engellenmesi, caydırılması yahut cezalandırılması gerekiyor.
Zira ekonomi biliminin çok iyi bildiği bir gerçek var. Dünyamızda her nimet, mutlaka bir külfet karşılığıdır. Külfetsiz nimet elde etmenin yolu, külfeti başkalarına yükleyip nimeti kendine çekebilmektir. Bu başkası; bir kişi veya kişiler, bir işletme veya işletmeler olabileceği gibi uluslararası arenada bir başka millet veya milletler de olabilir. İnsan doğası maalesef bu yola sapma eğilimindedir. Bu eğilim gerek kişiler, gerek örgütler ve hatta milletler için de geçerlidir. Onun için de ülkelerarası ilişkide sempati ve antipatiler değil ekonomik çıkarlar ön plandadır denir(Keşke empatiler ön plana geçebilse). İşte ekonomik hayatta hukuk ve etik bunun için gereklidir: Külfetsiz nimet elde etmenin yollarının olabildiğince engellenmesi.
Sonuç olarak Ortaçağın “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” sözleriyle ifade edilen ikilem yaşamın ekonomik ve sosyal boyutlarında da ortaya çıkıyor. Piyasaya ait olup serbest olması istenenler nelerdir; hukuka ait olup kurallara bağlanması gerekenler nelerdir?
Günümüzde gerek ulusal düzeyde ve gerekse küresel düzeyde bu soruların cevapları aranmakta, bazı uygulamalara geçilmekte, olumlu olumsuz sonuçlar değerlendirilmektedir. Nitekim henüz ulusal ölçeklerde de olsa, tüm dünyada regülasyon kuruluşları ekonomik hayatın vazgeçilmezi haline gelmiştir. Bugün Türkiye ekonomisi de bir Rekabet Kurumu, bir Kamu İhale Kurulu, bir SPK, bir EPDK, bir BDDK olmadan düşünülemez. Yeter ki bu kuruluşlarımızın bağımsızlığını koruyalım ve yetkilerini kısıtlayıp gerçek işlevlerini yerine getirmelerini engellemeyelim. Henüz on iki yıllık bir geçmişi olan Kamu İhale Yasası’nda 100 ü aşkın değişiklik yapılmıştır. Yine kuruluş yasalarında yapılan değişikliklerle özellikle bağımsızlıkları olumsuz yönde etkilenen diğer regülasyon kuruluşlarının başına gelenlere bakacak olursak, maalesef iyimser olamıyoruz. Dileğimiz kendi tecrübelerimizi ve diğer ülke tecrübelerini değerlendirerek yolumuza devam etmektir. Umuyoruz ki, bilgi toplumunun küresel rekabet ortamında bu dileğimiz tüm dünyayı kapsasın.