Bir uyarı mıydı?
"Bugünlük bu kadar. Haftaya, yalnız yemekleri değil, gezeceğimiz Amasya'yı da konuşacağız" diye bitirmiştim geçtiğimiz cuma günü Odak’ı. Bu kentteki Osmanlı Saray Yemekleri Yarışması’nı izleyecektim...
Olmadı.
Hayatımda ilk kez, sağlık nedeniyle bir seyahatimi iptal ettim.
Bugün, bu köşede Amasya olacaktı, o güzel kent, bir başka yolculuğa kaldı.
Şimdi?
ıyiyim.
Hep söylediğim gibi "daima iyiyim."
Geçtiğimiz haftanın o gününün kötü bir düş gibi "gece"de kaldığını, yeniden yaşamayacağımı umuyorum.
- Ben Faruk Şüyün nasılım?
- ıyiyim, iyiyim.
"Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
ıyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım"
O sabah, beynim duruvermişti işte, birdenbire...
Hani Gregor Samsa, Kafka’nın ünlü romanında böcek olarak uyanmıştı ya bir sabah...
Bense bedenimi yokladığımda şekil değiştirmediğimi fark ediyordum, ama...
Edip Cansever’in "Ben Ruhi Bey Nasılım?" adlı şiirinden dizeler uçuşuyordu etrafta.
Herhalde bahçe kapısından, hayırrr mutlaka beynimden kaçmışlardı...
Şiirdeki bahçe kapısı açıktı ki net bir biçimde anımsıyordum, lâkin beynimin kapıları, odaları.. onları dışarı saldıktan sonra kapanmıştı sanki...
Kaçak dizelerdi dışarıda olanlar yalnızca...
O tuhaf sabah, beynime hükmedemediğim saatlerde, öylece, ekran başında; görerek, işiterek, ama anlamadan yalnızca bakarak...
Durdum...
Telefon numaramı, doğum tarihimi, ev adresimi, gazetenin numaralarını anımsadığıma sevinerek, o şiirin muhteşem kaçak dizeleri eşliğinde, öylece...
Sabırla bekledim...
Ne olduğunu anlamadan...
Bir daha şiirler, öyküler, romanlar okuyamayacağım, filmler izleyemeyeceğim kaygısı taşıyarak...
Sevdiğim son model elektronik aletlerle oynayamayacağımdan korkarak, o andan sonra bir anlam ifade etmeyeceklerini hissederek...
Galata Kulesi’nin dibinde, Haliç’in karşısında bir odadaydım.. evimde...
Bir başınaydım...
Usulca bile hareket etmeden...
Bekliyordum...
Beynime hükmedemiyor, muhakeme yapamıyordum...
Hissedebildiğime göre, kolumu sıktığımda canım acıdığına göre.. korktuğuma göre...
Beynimle ilişkim daha kesilmemişti...
Kesilmedi de...
Bugün bu yazı için bilgisayarımın başında tuşlara dokunabiliyorsam, yeni cep telefonumun keyfini yaşıyorsam... yine biteviye çalışıyorsam hâlâ ilişkimiz sürüyor.
O gün yaşanan bir uyarı mıydı?
Bilmiyorum.. düşünmek de istemiyorum...
Bir tek şey’in çok farkındayım: durmaksızın daha çok çalışmalıyım...
Demek ki zamanım, çok kısaldı.
Zaten ömür kum saatime baktığımda, biriken taraf daha yüksekte...
Hiç olmazsa bu saatin camını çatlatmadan, düşürüp tuzla buz etmeden, ömrümün kumları boş yere savrulmadan...
Yani kıymetini bilerek...
Beynim bende kalarak.. yaşamalıyım...