Bir tek kaldırım taşı göremezler...
Vaktiyle Moskova'ya bir 'iş heyeti' ile gelen küçük bir ilçenin belediye başkanı, merak edip izlenimlerini sorduğumda, "Çok faydalı çok" demişti, "Birkaç yılda bir muhakkak geliyoruz Moskova'ya. Ufkumuz açılıyor. Çok yararlı oluyor çok!"
Doğrusu nüfusu yüz bini bulmayan bir ilçenin yöneticisi için, 15 milyonluk metropol Moskova'nın çılgın gece hayatı dışında ne derece eğitici-öğretici olduğundan şiddetle kuşkulanmıştım.
Daha doğrusu, eti budu münasip başka dünya şehirlerini gezmenin daha manalı olacağını düşünmüştüm.
Ama kalbini kırmamak için değerli fikirlerimi kendime sakladım!
Hırvatistan'ın özellikle Adriyatik kıyılarını gezip, hem ahalinin hem de turistlerin hayatını kolaylaştırıp güzelleştirmek için neler yapıldığını görünce, o belediye başkanını hatırlamadan edemedim.
AB'nin çiçeği burnundan üyesi Hırvatistan, birliğin fonlarını kullanmakta pek mahir olmasa da yerel yönetimler kendi sınırlı imkanlarıyla, mütevazı projelerle, şehirlerinin tarihsel ve kültürel dokusunu koruyarak bence çok güzel işler yapıyor. 'Rant' hastalığından ölümcül düzeyde muzdarip değiller.
Özellikle kıyılarda turizmin 'her şey dahil' bol yıldızlı kamp-oteller ile havaalanları arasında turist taşımaya indirgendiği Türkiye'nin yerel yöneticilerinin, Hırvatistan şehirlerinden, kasabalarından alacağı çok ders var.
Bizim gibi göz alabildiğine uzanan kumsalları ve geniş arazileri olmadığından, Hırvatistan'ın akvaryum misali taşlı kıyılarında otellerden çok ev pansiyonculuğu gelişmiş. Yüzlerce yıllık kasabaları gözü gibi koruyan Hırvatlar, belki de bu sayede, sadece yıldızlı otelleri değil, tüm şehrileri kalkındıran, turistleri hayatın içinde ağırlayan bir sisteme sahip.
Sadece birkaç ay turistler için açılıp kapanan mekanlar değil, yaşanan küçük şehirlerin, kasabaların hayatında her gün kapısı açık mekanlarla nefes alıyorlar. Esnafın bir yılın faturasını birkaç ayda çıkarma telaşı da, bunun müşteriye "kazık" olarak yansıması da minimize oluyor.
Hırvatların yüzlerce yıllık eski şehirlerine egemen olan "kent kültürü", bu yolda yaya kalan Türkiye'nin hızla büyüyen tatil kasabaları için pek çok ders barındırıyor.
Şehrin kalbinin attığı meydanlar, parklar, heykellerle süslü kamu alanları, her noktasından isteyenin "beach club" terörü yaşamadan girebildiği denizler, kıyılarda halkın ücretsiz kullandığı duş, kabin ve tuvaletler, kasabaların en güzel yerlerinde kurulu sabit ya da açık pazarlar, balık pazarları, eski şehirlerin tarihi dokusu içinde her keseye uygun kafeler, restoranlar, saat ücreti genelde 1 euroyu geçmeyen düzenli park yerleri, geri dönüşüm esasına göre kurulmuş çöp sistemleri...
Bu altyapının üstüne, son derece yaratıcı kültür ve sanat etkinliklerini de ekleyince, turistlerin monoton deniz-güneş-yemek dışında kalan zamanlarını keyifle geçirebilecekleri bir ortam yaratılmış oluyor. Aslında çoğu iki kalas bir heves görüntüsüyle, yarı amatör ruhla organize edilen ama tatil kasabalarında bir hareket, bir heyecan, bir renk katan etkinlikler, festivallar, panayırlar işin özünün parada pulda değil "yaratıcılıkta" olduğunu kanıtlıyor.
Moskova'da, Paris'te alacakları zevk-ü sefayı vermeyebilir gerçi, ama Türkiye'nin özellikle tatil kasabalarının yöneticilerini, imkansızlıklar içinde neler yapılabileceğini görmek için Dalmaçya kıyılarına getirip gezdirmek lazım...
Büyük köye dönüşen şehirlerimizi kurtarmaktan yana fazla umut yok; belki ekmek yediğimiz turizm sektöründe henüz umut kesilmemiş küçük kasabalarımızın elini yüzünü düzeltmek için hala geç değildir.
Yalnız baştan söyleyeyim: Buralarda dolaşırken muhtemelen göremeyecekleri tek şey, bizde bir Allah'ın kulunun bile yürümediği dağ başlarına kadar döşenen albenili kaldırım karoları, taşları olur.
Zira bırakın gariban Hırvat kasabalarını, başkent Zagreb'te bile kaldırımların neredeyse tamamı asfalt. Çünkü bu memlekette, sınırlı kaynaklar sınırsız ihtiyaçlara harcanırken en son akla gelen, "dostu düşmanı kıskandıracak muhteşem kaldırım taşları" döşemek galiba...