“Bir köyde herkes birbirini tıraş ederse kimse karnını doyuramaz”
Yazımızın başlığı bir Norveç Atasözü. Atasözleri için genellikle yarım doğrular denir. Geçmişin tecrübelerini çok iyi değerlendirdikleri, ama geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan riskleri de beraberlerinde taşıdıkları için. Ama kanaatimizce yukarıdaki atasözü öyle değil. Yarım değil, tam doğru bir atasözü.
Bu atasözünün ekonomik anlamı aşağıdaki “şarap satıcıları” hikayesi ile daha bir açıklık kazanıyor.
İki şarap satıcısı birer fıçı şarap tedarik edip, şehrin işlek bir yerinde tezgahlarını yan yana kurmuşlar. Akşama kadar beklemişler. Ama tek bir bardak bile satış yapamamışlar. İkisi de, umutlarını tamamen yitirip tezgahlarını toplamaya başlarken, biri diğerine, “bana bir bardak şarap ver de, hiç olmazsa bir siftah bari yap!” der. Bedeli olan 10 lirayı da öder. Arkadaşı da aynı şeyi yapar. Aldığı 10 lirayı da arkadaşına iade eder. İkisi de şarabın keyfine varıp ellerindeki 10 lirayı birbirlerine vererek bu alışverişi sürdürürler. Bardak bardak şarap içip fıçıları boşaltırlar. Fakat ikisi de şaraplarının tümünü satmış olmanın sevincini yaşayamazlar. Zira ortaya çıkan toplam ciroya baktıklarında, ikisinin ciro toplamının sadece 10 lira olduğunu görüp şaşırırlar.
Bu hikayede yanlışın nerede olduğu açık seçik ortada. Tüm piyasada, arz ve talep tarafında, toplam sadece iki oyuncu var. Ayrıca, her ikisi de aynı ürünü satıp aynı ürünü talep ediyor. Bu durumda doğru dürüst bir ekonomik değer yaratılamıyor. Dolayısıyla da doğru dürüst bir katma değer ortaya çıkmıyor. Hiç olmazsa, ikisinden biri şarap yerine peynir satsaydı, her ikisi de şarabı peynir eşliğinde içecekler ve daha üst bir tatmin duygusuna ulaşabileceklerdi.
Ekonomik etkinliği artırmak için piyasayı olabildiğince genişletmek gerekiyor. Mümkün olduğunca çok sayıda alıcı ve satıcıların faaliyet gösterdiği ve mümkün olduğunca çok sayıda mal ve hizmet çeşitlerinin sunulup talep edildiği piyasalara ulaşılması gerekiyor. Esasen bilgi toplumunun küresel ekonomisinde de ulaşılmak istenen hedef bu: piyasaları tüm dünyayı kapsayacak ölçülerde genişletmek.
Herkes bir şeyi çok iyi yapabilse ve herkes yaptığını birbirleriyle paylaşabilse refah seviyesi o ölçüde artacaktır. Bir de bu zenginlik hak ve adalet ölçülerine göre paylaşılabilse ne güzel bir dünyamız olurdu. Ama maalesef, demokrasi, hukukun üstünlüğü, şeffaflık gibi günümüzün geçerli evrensel paradigmalarından biri olan serbest piyasa ekonomisinin en başarısız olduğu alan da burası. Yani gelir dağılımı.
Buna karşılık, belirli kurallara bağlı olarak etkin bir rekabet ortamında uygulanan serbest piyasa ekonomisi, ekonominin kaynak dağıtımı sorununu mümkün olan en etkin biçimde çözüme ulaştırabiliyor.
Esasen, yazımızın başlığını oluşturan Norveç atasözü de bunu kanıtlayan bir örnek. Herkesin veya her işletmenin farklı bir şeyler yapması, ama yapabileceğinin en iyisini yapması gereği hem atasözünde ve hem de şarap satıcıları hikayemizde çarpıcı bir biçimde vurgulanıyor.
Böylesi etkin bir ekonomik düzenin gerçekleştirilebilmesinin ilk şartı, herkesin çok iyi yapabileceği bir becerisinin olması. Örneğin, Ayşe Hanım çok iyi kuru fasulye pişiriyorsa sadece onu yapacak. Fatma Hanım çok iyi pilav pişiriyorsa, o da sadece pilav pişirecek. Süheyla Hanım çok iyi baklava yapıyorsa sadece baklava yaparken, en iyi kahveyi hazırlayan Mualla Hanım da sadece kahve hazırlayacak. Ama sadece kendileri için değil, herkes için yapacaklar. Yaptıklarını değiş tokuş edecekler.
Sonuçta ne mi olacak? Herkes en iyi kuru fasulyeli pilavı ve arkasından da en iyi baklavayı yiyecek. Sonunda da en iyi kahveyi içmenin keyfini çıkaracak.
Piyasayı genişleterek onlara en iyi hünkar beğendiyi ve yahniyi yapanlarla, en iyi kabak tatlısını ve aşureyi hazırlayanlar, en iyi şurupları ve şarapları yapanlar da katılırsa keyifler daha artacak, refah seviyesi daha da yükselecektir.
Böylesi bir ekonomik düzenden kimlerin rahatsız olup karşı çıkacakları ise bellidir: Hiçbir şeyi iyi yapamayanlar! Eh, onlar da güç sahibi olup yönetimi ele geçirmenin yollarını arayabilirler. Başarılı olurlarsa belki de bu düzenden en çok yararlananlar onlar olacaktır. Rant ekonomilerinin yolları açılacak, sistem hem işlevsel ve hem de etik açıdan yaralar almaya başlayacaktır.
Bir şeyi çok iyi değil de, şöyle böyle yapabilenler ise piyasayı daraltmanın yollarını arayacaklardır. Kendilerinden daha iyi yapanları kendi piyasalarının dışında tutmaya çalışacaklar, onlarla rekabetten kaçınacaklardır. Onun adı da “ithal ikamesi ekonomisi.” Yani yasaklayıcı ve / veya kısıtlayıcı piyasa uygulamalarıdır. Böylesi bir piyasada en iyi kuru fasulyeli pilavla baklavanın ve en iyi kahvenin keyfini sürmek mümkün olmayacak; herkes bulabildiğiyle yetinecektir.
Bir toplum için böylesi bir fedakarlık, ancak belirli bir dönem için, insanlarının bir şeyleri en iyi yapabilmelerini sağlamak amacıyla belirli bir dönem süresince gerekçelendirilebilir. Bu da o süre içinde insanlarını eğitim ve öğretim yoluyla niteliklendirmekten geçecektir. Bunu 1950’li ve 1960’lı yıllarda Japonya, 1970’li ve 1980’li yıllarda da Güney Kore ve Singapur gibi ülkeler başarıyla gerçekleştirdiler. Artık onlar küresel ekonomiye entegre olmuş ülkeler. Günümüzde de Çin ve Malezya gibi ülkeler aynı yolda başarılı olmaya çalışıyorlar. Umuyor ve diliyoruz ki, Türkiye de bu kervana katılsın; yakın geleceğin küresel bir oyuncusu olsun.