Bir fırsat daha...

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

O sesi bir yerlerden anımsıyordum. Biraz zamanım olsaydı tanıyacaktım belki de. Ama büyük bir sadmeyle birlikte gelince o "taaak" gürültüsü, kulaklarımda hâlâ yankılanan kendi acı çığlığımın eşiğinin çook altında kaldı...

Elimdeki cep telefonunu sıkı sıkıya tutmaya çalışmış olmalıyım ki sağ elimin parmakları müthiş ağrıyor. Diğer elimdeki bilgisayar çantam nedeniyle soldaki parmaklarım da farklı değil. "Değerli!" eşyalarımı koruma kaygım, o bir iki saniye içinde "can havli"ne dönüşmüştü. Ellerim, kollarım sadece bedenimi korumaya programlanmıştı sanki. Çanta da telefon da fırladı gitti. Gözlerimin önünden bütün bir hayatım film şeridi gibi geçmedi. Dengemi bulmaya, düşmemeye çalıştım. Darbe o kadar şiddetliydi ki, yere çarptığımda sağ kolumla kafamı korumaya çalışabildim yalnızca. Bir sükûnet geldi. Kalbim hızla çırpınmıyor, bir fil denli yavaş atıyordu.

Öylece, sakin bekledim onun üzerimden geçmesini. Sonra, o ezilme acısını hissetmeyince şaşkınlıkla başımı çevirdim, baktım. Durmuştu. Ezmeyecekti... 

Sesi de anımsıyordum artık. Filmlerde seyretmiştim: Otomobiller bir insana çarptığında o gürültü duyuluyordu: "Taaak!"

Yüzükoyun uzandığım asfaltın üzerinden doğrulmaya çalıştım. Yardıma geldiler. Biri su getirdi. Öylece oturdum. Şişeyi açacak tâkatim yoktu. Savrulup gitmiş telefonumu uzattı diğeri. Bakalit kılıfı parçalanmış, sim kartı fırlamıştı. Çantam az ötede devrilmiş duruyordu. Aramaya çalıştığım dişçim, eğer numarayı çevirebilseydim kazanın canlı tanığı olacaktı...

Birileri bir şeyler söylüyorlardı. Ellerinde telsizler vardı. Yavaş yavaş onların Kadıköy Belediyesi zabıtaları olduğunu fark ediyordum. Genç bir çocuk durmaksızın özür diliyordu. Herhalde şoför olmalıydı...

Çarpan araba iki üç metre geride duruyordu. Yük taşınan bir minibüstü. Arka pencerelerine zarar vermesin diye camların üzeri sacla kaplanmıştı. Bu nedenle aynalara bakmasına rağmen, arabanın tam arka ortasında olduğum için beni görememişti sürücü. Yayalara ayrılan bir alandaydık. Oradaki dükkânlardan birine yük getirmişti herhalde. Ama öyle hızla geri geri gidilmezdi ki!

Hâlâ oturuyordum.

El verdiler, doğrulup getirdikleri tabureye tırmandım. Bir yudum su içtim.

Zabıtalar "500 YTL ceza keseceğiz bu şoföre. Polis de çağıralım mı? Hastaneye gitmek ister misiniz? İyi misiniz?" ve benzeri sorular soruyorlardı.

Hiçbir şey yapmadan öylece oturmak, sonsuza dek orada kalmak, hatta ağlamak istiyordum. Sesler gittikçe uzaklaşıyor, görüntüler bulanıklaşıyor, ömrümün ne kadar hızlı bitebileceğini haykıran yaşama içgüdüm ağır basmaya çalışıyor; ben, çaresiz, kendi içimdeki kuyuya yuvarlanıyordum...

İşte haklı çıkmıştım bir kez daha...

Son yıllarda yarın ölecekmiş gibi çalışıyor, üretiyor; yiyor, içiyor, harcıyordum. Kendi yaşamımı harcıyordum. Bana ait olan tek şeyi, hayatımı... Onu da kaybedebilirdim az önce. Ölümün yaşanmadığını biliyordum. Şimdi bu taburenin üzerinde geriye dönüp baktığımda o kadar eksikti ki yaşadıklarım...

Bu yarım kalmışlığı tamamlayabilmem için işte bir fırsat daha verilmişti.

Sızlayan dizimin, kaldıramadığım sol kolumun, ağrılar nedeniyle tek tek hissettiğim bütün kaslarımın duyumsattıkları acıyla yeniden gerçek ân’a döndüğümde hayat gereğini yerine getirmiş, ağır basmıştı:

Ayağa kalktım, herkese teşekkür ettim, sürücünün ise özürlerini "bir şey değil, bir şey değil" diye geçiştirdim. Topallayarak denize doğru yürümeye başladım. Otomobillerin kornaları, martıların çığlıkları, egzoz kokuları, vapurların düdükleri, denizden gelen rüzgârın serinliği, çingene çocukların müzikleri eşlik ediyordu bana.

Kararlıydım. İşte yine ispatlanmıştı. Bana ait hayatımı istediğim gibi, hemen ölecekmiş gibi tüketmeye devam edecektim... Yarın, hep bugündü...      

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar