Bir deneme
Dünya yazılarımı yaz molasının ardından bir deneme yazısıyla sürdürmek istedim. Özellikle yaz aylarında ağırlaşan ülke sorunlarının hem ağırlığını vurgulamamız ve hem de umut kapılarını açık tutmamız gerekiyor. İnsanlık tarihi de, ülke tarihleri de sorunlarla, krizlerle dolu. 1994, 2001 krizlerini daha dün gibi hatırlıyoruz. Sonuçta her sorunun, her krizin üstesinden geliniyor. Hele hele 100 yıl öncesinin Türkiye’sini düşünürsek nerelerden nereye geldiğimizi görüp daha bir özgüven kazanıyoruz. Evet, hatırlayalım. Tam 100 yıl önce, 30 Ekim 1918 tarihinde Mudanya’da Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Aradan beş yıl geçmeden ülkemiz inanılması güç bir başarı göstererek Mondros Mütarekesini de, Sevr Antlaşmasını da yırtıp 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Kurtuluş Savaşı’nı taçlandırmayı başardı.
Ben de bu yazımda içinde yaşadığımız zor ekonomik koşullarda özgüvenin ve umudun, hak ve adaletin önemini anekdotlar ve tarihi örneklerle vurgulamaya çalışacağım.
Başarılı olmak yerine, başarılı olanı aşağılama, suçlama ve hatta yok etmeye çalışmak, içinde yaşadığımız bu coğrafyanın tipik bir özelliği herhalde. Tersine başarının takdir edilmesi gerekiyor.
Yeter ki başarı gerçek bir başarı olsun. Başkalarına zarar vererek sağlanan bir başarı değil topluma katkı sağlayan bir başarı olsun. Bu konuda Şeyh-ül Muharririn unvanına layık görülmüş tek gazete köşe yazarımız olan rahmetli Burhan Felek’ten (19-192) ilginç bir anekdot aktarmak istiyorum.
İstanbul’da şehir hatları vapurunda bir yolcu Burhan Felek’in omzunu dürtüp karşı sahildeki bir yalıyı göstererek, “Burhan Beyefendi, şu beyaz yalı var ya, o yalı benim değil” demiş.
Bir dakika sonra yine aynı yolcu Burhan Felek’e bir yalıyı daha gösterip, “şu kırmızı yalı var ya, o da benim değil” demiş.
İskeleye varana kadar aynı adam Burhan Felek’in sürekli omzunu dürtüp, “şu yalı da benim değil, bu yalı da benim değil” diye sahildeki yalıları birer birer işaret etmeyi sürdürmüş.
Vapur iskeleye yanaşınca rahmetli Burhan Felek de adamın yanına gidip elini sıkmış ve şöyle demiş: Beyefendi, size tebrik ederim, ne kadar da çok yalınız yokmuş”.
Bizim de insan ilişkilerimiz olsun, iş ilişkilerimiz olsun çokça bu şekilde devam edip gidiyor gibi. Başarısızlıklarımızın nedenlerini başka yerlerde aramak yerine sorunlarımızı gerçekçi bir şekilde teşhis edip çözüm yollarını aramamız gerekiyor. Bunun yolu da sorunların varlığını Kabul edip çözüme odaklanmaktan geçiyor. Tedavinin başarılı olması için teşhisin doğru olması gerekiyor. Aksi takdirde sorunların birbirlerini tetikleyip çığ gibi büyümesi ve çok daha ağır sorunlar doğurması kaçınılmaz oluyor.
Bu konuda Almanya’nın mağlup olarak çıktığı Birinci Dünya Savaşı ile neden olduğu İkinci Dünya Savaşı arasındaki (1918-1939) 20 yılda yaşadığı dönem alınacak derslerle dolu.
Birincisi Almanya’nın 1920’li yıllarda yaşadığı enflasyonlu yıllar. Ağır savaş tazminatlarının, savaşın yıkımlarının ve iç politika gerginliklerinin ve çözümsüzlüklerinin, siyasi partiler arasındaki diyalog eksikliğinin, hatta çatışmasının getirdiği zor bir dönem. Almanya’nın 1923 yılı Ağustos ayına kadarki enflasyonu yüzde 7500 (yedi bin beş yüz). Bu oran 3 ay sonar, aynı yılın ekim ayında yüzde 30 bine çıkıyor. O yıllarda Almanya’da ülke içinde bir mektubun postalama ücreti 1 Ekim 1922’de sadece 1 mark iken yedi ay sonra, Nisan 1923’te 29 marka, Temmuz 1923’te 60 marka, Ekim 1923’te 400 bin (dört yüz bin) marka ve bir ay sonra, Kasım 1923’te de 16 milyar (evet milyon değil milyar) marka kadar çıkıyor. 1990’lı yıllarda Türkiye’de bizlerin de -bu kadar olmasa da- aşina olmaya başladığı böylesi bir ortamın herhalde tek faydası insanların trilyondan sonra katrilyonlu ve kentrilyonlu sayıların da varlığını öğrenmesi oluyor! Ama böylesi bir matematik bilgisinin insanlara hiçbir faydası da olmuyor!
O yıllarda Almanya’da çalışanlara maaş ve ücret ödemesi yapılan günlerde erkeklerin aldıkları ücreti hemen işyerlerinin karşısında bekleyen hanımlarına teslim ettikleri; onların da hemen alışveriş merkezlerine hücum edip tüm parayı ihtiyaçlarını karşılamak üzere harcadıkları söylenir.
Zira alışveriş merkezleri öğle saatlerinde fiyat etiketlerini değiştirmek için kapılarını kapatıyorlar ve öğleden sonra yeni fiyatlarla alışverişe başlıyorlardı.
Sonuç ne mi oldu? Hiperenflasyon Almanya ekonomisinin çökmesine neden oldu. İşsizlik arttı, ücretler yere çakıldı ve geniş kitleler hızlıca radikalleşmeye başladı. Reel ücretler ancak 1928 yılında 1913 seviyelerine ulaşabildi. 1929 yılında yaşanan büyük dünya krizi ekonomiyi iyice çıkmaza soktu.
Sonuçta diğer partiler arasındaki çatışmaların arasından sıyrılmayı başaran Naziler 1933 yılında Hitler başkanlığında iktidarı tek başına ele geçirmeyi başardılar.
Ama sonu hem Almanya hem de tüm dünya için insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biriyle noktalandı: İkinci Dünya Savaşı. Arkasında 27 milyonu Sovyetler Birliği vatandaşı, 10 milyonu Çinli, 6 milyonu Yahudi, 6 milyonu Alman, 3 milyonu Polonyalı, 2 milyondan fazlası Japon ve geri kalanı diğer Avrupa ülkeleri ile ABD vatandaşları olan 65 milyon insan yaşamını yitirdi. Ölenlerin yüzde 33’ü asker yüzde 67’si sivildi. Bu tablonun korkunçluğu Birinci Dünya Savaşında ölen 20 milyona yakın insanın yüzde 95’inin asker yüzde 5’inin sivil olduğu göz önüne alındığında, insanlık trajedisinin boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
Hitler’e ne olduğuna gelince! Onu da tarih kitapları şöyle yazıyor: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyet güçlerinin 23 Nisan 1945’te Berlin’e girmesiyle Almanya’da çünkü Reich’ın yıkılacağı kesinleşmişti. İstila edilen Berlin’de Hitler eşi Eva Braun’la birlikte saklandıkları yeraltı sığınağında (Führerbunker) 30 Nisan 1945 günü intihar etti. Cesedi vasiyeti üzerine takipçileri tarafından yakıldı. Hitler’in en yakını, 1933-1945 yılları arasında O’nun Halkı aydınlatma ve Propaganda Bakanı olarak görev yapan Dr. Joseph Goebbels de, hemen bir gün sonra, 1 Mayıs 1945 günü intihar ederek yaşamını sonlandırdı. Hem de 6 çocuğuna tek tek zehirli kapsüller yutturup öldürdükten sonra -Führer’i gibi- eşiyle birlikte intihar ederek. Ve savaş sonrasında Alman halkının yaşadığı o çok zor, mutsuz savaş sonrası yılları.
İkinci Dünya Savaşı Almanya’sı, Federal Almanya Cumhuriyeti, bu tecrübelerden gerekli dersleri çıkardı. Gerekli dersleri çıkarınca da bu mutsuz zor yıllarında geleceğine umutla bakabildi.
Enflasyonu sadece ekonomik değil sosyal ve politik boyutları da olan, kendi kendini besleyerek çığ gibi büyüyen bir felaket olarak algıladı. Enflasyonu hemen başında yok etmeyi ve enflasyona yol açabilecek uygulamalardan olabildiğince kaçınmaya çalıştı. Ayrıca politik alanda da partiler arası ilişkilerin gerginleşmemesi konusunda duyarlı oldu. Özellikle ekonomik ve politik kriz tehlikelerinde hemen ülkenin iki büyük partisinin büyük koalisyon kurarak krizin aşılması yoluna gitti.
Enflasyonla mücadele sorununun sosyal boyutu da çok büyük önem kazanıyor. Fakiri daha da fakirleştiren, dar gelirlilerin yaşam koşullarını çok zorlaştıran enflasyon ortamı rant kapılarını da olabildiğince açılmasına zemin hazırlıyor. Dolayısıyla bu ortamda adalet kavramı büyük önem kazanıyor. Esasen hem ekonomik sorunların çözümünde ve hem de toplumun refah seviyesi artarken, kısaca her ekonomik ortamda adaletin üç hükmüne uyulması toplum mutluluğunun başta gelen şartları olarak kabul edilmeli.
Bu hükümlerden birincisi, istisnasız olarak insanların eşitliğini gözetmek, burada eşitlik mutlak eşitlik olarak değil fırsat eşitliği olarak algılanmalı. Ayrıca temel hak ve özgürlükleri, sosyal adalet ilkelerinin sağlanması olarak anlaşılmalı. Hukuk devleti, yargıya güven bu açıdan çok büyük bir önem taşıyor.
Adaletin ikinci hükmü ise liyakat; Her işin ehline verilmesi.
Üçüncü hükmü de kabul edilen faydanın, nemanın, milli gelirin herkese çalışması (akli ve fikri çalışma) ve emeği karşılığı dağıtılması. Rant kapılarının olabildiğince kapatılması.
Artık içinde yaşamaya başladığımız bilgi toplumunun global ekonomisinde adaletin sadece ülke bazında değil, global bazda da sağlanması gerekiyor. Bu konunun son yıllarda sürekli gündeme getirilmesi, hem ülke ve hem de global bazda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin vurgulanmasına rağmen sorunun çözümü konusunda çok uzun yolların kat edilmesi gerekiyor.
Global bazda sermayenin serbest dolaşımı büyük ölçüde, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı önemli ölçüde sağlanmasına karşılık emek faktörünün, kısaca insanların serbest dolaşımında ilerleme değil gerilemelerin yaşandığı bir dönemde olduğumuz gerçeğini itiraf etmek gerekiyor.
Global bazda adaleti sağlamak çok, hem de çok zor gözüküyor. Umalım ve dileyelim ki insanlık bunu sağlamak için bir üçüncü dünya savaşı yaşamak zorunda kalmasın. Ticaret savaşlarını politik gerginliklerin izlemeye başlaması, Paris ve İran Antlaşmalarından sonra ABD ile Rusya arasında yapılmış olan savunma antlaşmalarının da iptal edilme tehlikesi insanlığın çok dikkatli olması gerektiğinin işaretleri.
Bu ortamda insanlığa geleceğe ilişkin hem refah seviyesi ve hem de refahın bölüşüm konularında mutlu bir gelecek tablosu sunulması gerekiyor.
İçine girdiğimiz bilgi toplumunun teknolojik imkânlarının ekonomik alanda sunduğu çözümlere bakacak olursak bu şartların sağlanması hiç de zor olmasa gerek. Yeter ki eşitlik, adalet ve liyakat ilkelerine uyularak yapılsın.