Bir anı…..
Öylece duruyormuş… Dimdik… Yalnız, mağrur, dirençli… Güneşe, rüzgâra, fırtınaya, yağmura, kara, dona, dolunaya… Farkında değilmişim, yanına gitmemişim, görmemişim bunca zaman… Sonra, bugünkü gibi bir cuma akşamüzeri, güneş üzerine abandığı denizin lacivertini biteviye kızıla boyarken ilk kez karşılaşacakmışım onunla… Nerede bilecekmişim hemen tutulacağımı bembeyaz tenli, sarı ışıltılı güzelliğine…
Lacivert bir tül inecekti üzerimize o günün son perdesi olarak… Bütün bir gece boyunca hayranlıkla seyredecektim gözlerimi alamadan bir pervane misali… Sessizce…
Yalnızca dalgaların, rüzgârın sesleri eşlik edecekti bize… Ay doğacaktı üzerimize… Işıltısı bir başka menevişlenecekti o zaman… Denizin en yakın arkadaşlarından biriydi herhalde yıldızlarla birlikte diye düşünecektim… Nasıl kıskanılacak bir şanstı onunki… Nasıl?
Ürkmedim, ürpermedim değil… Ama sanki büyülemişti beni… Sabaha kadar birlikte olmak, ona dokunmak, bedeninin soğukluğunu, ışığının sıcaklığını hissetmek isteyecektim…
Öyle yalnız, öyle mağrurdu ki!
Dayanamadım ona doğru yürümeye başladım… Çok aşağılardan gelen dalgaların korkunç uğultusu bana derin bir uçurumu, insanı yutuveren burgaçları anımsatıyordu… Ya düşersem, ona ulaşamadan bu anaforlar beni içine çeker, kavuşmamıza sonsuza kadar engel olursa… Pervane de sonunda ateşe dokunur, yanmaz mı? Yanardı elbette… Ya ben?!
Aslında o da bir burgaçtı, ama derine değil, yukarıya doğru, yıldızlara uzanan… Edgar Allan Poe’nun “Maelstrom’e Düşüş”ünü anımsayacaktım:
“En yüksek kayalığın tepesine varmıştık artık.
İhtiyar adam birkaç dakika için konuşamayacak kadar bitkin göründü.
‘Çok da eskiden değil’ dedi sonunda, ‘birkaç yıl öncesine kadar, bu yollarda en küçük oğlum gibi hiç yorulmadan rehberlik edebilirdim sana. Ama üç yıl kadar önce başıma öyle bir iş geldi ki benden başka hiçbir insanın başına gelmemiştir. Gelmiş olsa bile hiçbiri sağ kalmamış, gördüklerini anlatamamıştır. O altı saat boyunca yaşadığım ölümcül korku bende ne beden ne de ruh bıraktı.
Çok yaşlı bir adam olduğumu düşünebilirsin, ama değilim. Simsiyah saçlarımın böyle beyazlaması, sinirlerimin harap olması bütün bunlar tek bir günde oldu. Şimdilerde kendimi biraz olsun yorulsam titremeye başlıyorum, bir gölge görsem korkuyorum. Şu küçük uçuruma bile başım dönmeden bakamıyorum biliyor musun?’”
Aşağıda çırpınan dalgaların karanlık serinliğini mi, onun ışıltılı yüksekliğini mi seçmeliyim, diye hiç düşünmedim… Saçların beyazlayacaksa beyazlasın yukarıya, daha yukarıya diyordu içimden bir ses kayalıklar arasından yuvarlanırcasına geçerken…
İşte karşısındaydım...
- Merhaba…
Yanıt yok…
- Geldim bak…
- …
- Çok direndim…
- …
- Seni, bir umut olan sarı ışıltını hayranlıkla seyrederken engel olmaya çalıştım beynime, imkânsız dedim, umutsuz dedim, dinletemedim ama… Geldim, ayaklarının ucundayım işte…
- …
- Bu kocaman evrende aynı toprağa basıyoruz seninle ya, o bile yeter bana…
- …
- Cevap vermesen de görüyorum ışıltılarını… Soğuk, üşümüş bedenine dokunacağım sıcacık avuçlarımla birazdan…
- …
İşte dokundum ona… Umduğumdan da ürpertici bir serinliği vardı gecenin bir yarısında…
Ölü gibi mi?
Parmak uçlarıma bulaşan beyazlık… Kireç gibi… Pantolonuma sürüyorum… Zifirine karışıp ışıldatıyor… Çıkmıyor, temizlemeye çalıştıkça yayılıyor… Dilime değdiriyorum parmaklarımı tatsız tuzsuz…
Sarılıyorum… Kucaklamaya çalışıyorum onu… Kollarım, bedenim yetmiyor…
Yanıt vermiyor...
Zaten nasıl versin ki…
Bir deniz fenerinin dilinden, duygularından yalnızca denizciler anlar… Beyhude bir çaba benimkisi…
İğneada’da fenerin hemen üstündeki evden onu saatlerce izleyen Faruk Şüyün, Jules Verne’nin “Dünyanın Bir Ucundaki Fener”ini, Virgiana Woolf’un “Deniz Feneri”ini, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aynı adlı şiirlerini okumuştur, ama yetmez ki…
Belki de şudur doğru olan “bir deniz fenerinin kendi ekseni etrafında dönen ışığını andırır” hayatlar, belki de o nedenle seviyoruz deniz fenerlerini…