Bir an önce ‘normalize’ olmamız lazım

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

KGF başta olmak üzere uygulanan bir takım teşvik ve tedbirler sayesinde sıkışmış olan piyasalar geçici bir süre için rahatlatılmış oldu. (Bu sürece 2001 bankacılık krizi sonrasında kabul etmek gerekirse biraz fazla “sıkı” tutulmuş olan bazı bankacılık kurallarının esnetilmesi de dahil.) Yapılanlar esasen “zaman kazanmak”tan başka bir şey değil. Ümit edilen bu ‘geçici’ dönemde piyasaların sıkışmasına sebep olan yavaşlayan yabancı para akımları, artan iç huzursuzluk, gerilen dış siyasi ve ekonomik ilişkiler gibi konuların bu sürenin sonunda çözüme erişmiş olacağı idi.

Şimdilerde KGF imkanının 207 milyar TL’ye ulaşarak 250 milyar TL limitine yaklaşması ile birlikte bu desteğin ne kadar daha devam edeceği konuşulmaya başlandı. Haftalık kredi gelişmelerine baktığımızda, gerçekten de son dönemde kredi artış hızında bir miktar yavaşlama da göze çarpıyor. Ancak bu durumu çok da abartmayalım. Bankalar özellikle çeyrek sonundaki raporlama dönemlerinde kredi hacimlerini yüksek göstermeyi tercih ederler. Bu nedenle, örneğin 30 Haziran’da kredi hacminde bir sıçrama yaşanır, ertesi hafta ise rakamlar normale döner. Bu seneki 30 Haziran ve sonrasında da böyle bir gelişme göze çarpıyor. Kısaca, temmuzun ilk haftasında görülen kredi azalması aslında bir önceki haftaki şişmenin geri gelmesi. Yoksa, sene başından beri ele alırsak ilk 7 aydaki TL kredi artışı yüzde 16 gibi yüksek bir oran. Bu dönemde ticari krediler yüzde 20 artarken, bireysel kredilerdeki artış yüzde 9 olmuş.

Kredi garanti fonu limitlerine gelinsin veya gelinmesin, kesin olan bir şey varsa o da uygulanan tedbirlerin makroekonomik riskleri artırmadan daha fazla genişletilmesinin pek mümkün olmadığı. Bu tedbirlere ‘maliye politikası’ da dahil. Her ne kadar son Hazine Nakit Gerçekleşmeleri rakamları temmuzda bütçe açığında geçen seneye göre 2 milyar TL kadar bir düzelme olduğu intibaanı verse de, bunun kalıcı bir düzelme olmadığı ortada. Nitekim, temmuzda 15.1 milyar TL olarak öngörülen iç borçlanma miktarı 16 milyar TL olarak gerçekleşti. Böylece, hazirandan sonra bu ay da borç çevirme oranı yüzde 140’ın üzerine çıkmış oldu. Hazine’nin önümüzdeki 3 aya ilişkin Finansman Programı’nda da Ağustos-Ekim arasındaki iç borç çevirme oranı yüzde 145 olarak belirlenmiş. (Ekim ayı için 19.7 milyarlık rekor bir iç borçlanma öngörülmekte.)

İç borç üzerindeki baskının etkilerini tahvil faizlerinde de görmek mümkün. Son 3 aydır MB ortalama fonlama faizinde bir değişikliğe gitmemiş olmasına rağmen, gösterge tahvil faizi yüzde 11.70 ile 2009 yılından beri en yüksek seviyelerine yaklaşmış durumda. Öte yandan, Hazine’nin döviz miktarı da 2 milyar doların altına gerilemiş durumda. Dış borçlarını ödemek için Hazine’nin eylül ayında döviz satın alması veya Eurobond borçlanması gerekecek. (Bu sene Hazine şimdiye kadar 7.4 milyar dolarlık dış borçlanma gerçekleştirdi. Geçen senenin tümünde bu rakam 5.5 milyar dolardı.)

Her şeye rağmen, bu sene bütçe açığının GSYH’nin yüzde 2.5’ini (75 milyar TL) aşma ihtimali düşük. Öte yandan, cari açık (büyüme performansına da bağlı olarak) bu sene yüzde 5’e çıkabilir. (2016’da yüzde 3.8 olmuştu.) Bu durum ise ekonomide ister istemez ikiz açık (twin deficit) riskini gündeme getirecektir.

Peki risklerde mutedil ama belirgin bir artış yaşanırken, bu durumu bertaraf edecek ve Türkiye ekonomisini yeniden istikrarlı bir sürece kanalize edecek gelişmeleri yaşıyor muyuz? Bu konuda çok emin değilim doğrusu. Açıkçası, takip ettiğim veriler de henüz ekonomide kalıcı bir düzelme olduğu ve her şeyin normale döndüğünün işaretlerini vermiyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019