Beslenmeyle alınan genetik bilgi: Yenilenlerin genler üzerine etkileri

Yavuz DİZDAR
Yavuz DİZDAR [email protected]

 

Geçtiğimiz hafta biyokimya uzmanı meslektaşımız Doç. Dr. Sayın Nezih Hekim'den bir e-posta mesajı aldık. Sayın Hekim Çin'den yapılmış ve Cell Research dergisinde yeni yayınlanmış bir araştırmanın sonuçlarını paylaşmaktaydı. Çinli araştırmacılar daha önce yaptıkları bir çalışmada dokulardan salınan, kanda (serum ve plazmada) saptadıkları bir mikro RNA'nın (miRNA) bazı hastalıklarda yeni bir biyolojik belirleyici olabileceğini ve hücreler arasındaki haberleşmede olası rollerine işaret ederken; bu çalışmaların eriştikleri sürpriz bir sonucu paylaşmaktaydılar. Araştırdıkları serumlarda bu kez saptadıkları şey, ağızdan gıdaların yenmesiyle alınan bitki kökenli miRNA'lardı. miRNA'lardan size daha önce hiç bahsetmedim, bunlar son yıllarda araştırılmaya başlanan yeni bir molekül sınıfı. Şöyle özetlemeye çalışayım, bütün canlılarda genetik düzenlemenin (şifre diyemiyorum, çünkü öyle görünmüyor) DNA adlı molekül tarafından yapıldığı hemen herkes tarafından bilinmektedir. DNA'nın günümüzde en çok araştırılan moleküllerden biri olmasına karşılık, İnsan Genom Projesi ile bütün dizinin çıkarılmasına rağmen bekleneni veremedi. Çünkü DNA'da topu topu 25-30 bin genin kodlandığı ortaya çıktı. Buna karşılık DNA'nın gen kodlamayan bölgelerinin ne işe yaradığı anlaşılamadı. Bu bölgeler pek çok canlıda aynen korunmuş olmakla birlikte, bunlardan bir protein sentezlenemiyordu. Derken protein sentezlenmesine görevi olmayan 19-24 birimden oluşan küçük RNA moleküllerinin de bulunduğu fark edildi. Bu moleküller kendileri protein kodlamasa da, protein yapımını (genin proteine yazılmasını) düzenleyici role sahiptiler. Batı akademisi miRNA'lara henüz fazla bir anlam veremedi, ama onlara ilişkin web üzerinden de erişilebilen veri tabanları oluşturdu. Bu veri bankalarına siz de internet üzerinden kolaylıkla erişebilirsiniz.

Onlar miRNA'ların ne işe yaradığını anlamaya çalışsınlar, ortaya çıkan veri birikimi aslında hayli ilginç sonuçlara işaret etmekte. Birincisi bu miRNA'lar her bir organ için ayrı özellik göstermekteler. Hali hazırda dokuların farklılaşması, "apoptoz" denen bilinçli hücre ölümü, hücrelerin çoğalması, bağışıklık yanıtı ve hücre-doku özellikleri açısından özel bir öneme sahipler. Dediğim gibi, aslında tablonun bütününü görmek ya da en azından tahin etmek zor değil. Çinlilerin bulduğu sonuçlar ise bitkilerden yenilerek alınan miRNA'ların kan dolaşımına geçtiğini ve onu yiyenin işlevlerini de etkileyebileceğini ortaya koymakta. Pirinç gibi ürünlerin yenilmesiyle alınan bitki miRNA'ları sindirim sisteminden "parçalanmadan" geçiyorlar. Çinli araştırmacılar bu durumu farelerde de denemişler, pirinç miRNA'larının dışarıda asitle karşılaştırmışlar, moleküllerin yine parçalanmamaları üzerine, söz konusu direncin bu moleküllerin "sindirime dirençli özel ekler" içermesine bağlamaktalar. Daha da önemlisi pirinç miRNA'ları yendikleri canlının dokusunda da aktif kalmaktalar ve hücrelerin işlevlerinde değişikliklere neden olmaktalar. Dolayısıyla Galen'in "ne yerseniz osunuz" saptaması bu kez moleküler olarak da doğrulanmış oluyor.

Demek ki neymiş, GDO'ların genleri de yiyerek alınabilirmiş!
Sayın Hekim'e paylaştığı bu yeni çalışmadan ötürü müteşekkiriz. Araştırmanın teknik detaylarını size ana hatlarıyla açıklamaya çalıştım, ama esas bu araştırmanın biyolojik ve beslenemeye ilişkin sonuçları önemli. Bugüne dek Batı akademisi beslenme denince "dengeli beslenme, dengeli protein, karbonhidrat, yağ yenilmesi, biraz da vitamin ve antioksidan alınması" dışında hiçbir şey söyleyemedi. Özellikle gıda endüstrisinde çalışan arkadaşlarımızı bilgilendirmeye ve uyandırmaya çalıştık, ancak onlar da yenilen her şeyin yapı taşlarına ayrıldığına inandıklarından, sütün aşırı işlemden geçirilmesinin, ete basınç uygulanmasının gıda özelliğini kaybettireceğini pek kabullenemediler. Oysa besin maddeleri onu yiyenler için bir hammadde kaynağı değildir, pek çok işlevsel özelliği de beraberinde taşırlar. O nedenle rafine ve aşırı fiziksel işlemden geçirilmiş ürünlerle beslenmeye çalışılması son derece hatalıdır. Eksiklik zaman içerisinde birikir ve bir gün hastalık tablosu olarak kendini gösterir.


Bu çalışmanın bir diğer sonucu da GDO'ların tüketilmesinin getirebileceği olağanüstü sakıncaya doğrudan işaret etmesidir. Son derece açık bir biçimde görünmektedir ki, genler de yenilerek alınabilmektedir. Bu doğanın (var oluşun) kanunudur. Dolayısıyla GDO'ların ve onlarla beslenen hayvanların ürünlerinin tüketilmesi de son derece sakıncalıdır. İnsanda bile sadece 25-30.000 gen varken, bitkide çok daha fazla miktarda değildir. Dolayısıyla bu sisteme doğanın müsaade etmediği genlerin yerleştirilmesinin biyolojik sonuçları asla öngörülemez. GDO'ların rakamsal üretim/verim avantajı sağlamalarının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan gerçek gıdaların tüketilmesidir. Biyogüvenlik Kurulu'nun yeni GDO soya ve mısır soylarına izin verirken bu çalışmaları okuyup okumadıklarını, yoruma gidip gitmediklerini elbette bilmiyoruz, zaten bu kararların kendi tasarrufları olduğun da artık düşünmüyoruz, zira ülkemizde GDO yanlısı bir avuç lobi dışında bu işi savunan hiç kimse bulunmamakta.

Bu durum yeni zaman hastalıklarının farklı özelliklerinin de bir diğer açıklamasıdır
Lakin gıdada aşırı işlemin ve GDO'ların getirdiği bambaşka bir sonuç daha söz konusu ki, "ne yerseniz osunuz" önermesinin geçerliliği reddedilemediğine göre, yeni hastalıkların da eski hastalıklarla aynı olamayacağıdır. Bundan iki hafta önce dile getirmeye çalıştığım kavram da aynen buydu. Ekşimeyen yoğurt, homojenize süt, sineğin tenezzül etmediği margarin, koruyucu ve antibiyotik katkılı endüstriyel gıdalarla beslenenlerin dokularının geliştireceği hastalıklar öncekilerle aynı olamaz. İşte bu da tıbbın açmazıdır. Bugünün hastalıkları yeni hastalıklardır, o nedenle eski tedavilerin bir geçerliliği kalmamaktadır. Turp gibi mide kanserleri, hiçbir ciddi sıkıntıya neden olmayan beyin metastazları, rastlantıyla saptanan akciğer kanserleri bu kapsamda değerlendirilmek zorundadır. Dahası bu hastaların beslenmeleri olması gereken koşullara getirilemezse, hastalığın başka başka formlarda yeniden ortaya çıkması da şaşırtıcı olmamalıdır. Aynı kişide artarda birkaç kanserin görülmesinin nedeni, genlerinin bozuk olması değil, büyük olasılıkla budur.

Kaynak: Zhang L, Hou D, Chen X ve ark. Exogenous plant MIR168a specifically targets mammalian LDLRAP1: evidence of cross-kingdom regulation by microRNA. Cell Research 2012; 22: 107-126.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar