Berber Ömer sendromu
İhracatçı şirketlere kaynak aktarımı kararlarını taşeron danışmanlara veya danışmanlık firmalarına vermenin temel sorunlarına değinerek neden derde deva olmadığını tartışıyorduk. Önceki yazılarımda bu sistemlerin iki temel soruya cevap bulamadıklarını yazmıştım: (1) Yetkili firmalar nasıl seçilecek (bunların yetkili olup olmadığına kim nasıl karar verecek?); (2) Firmanın yaptığı iş denetlenecek mi, yoksa bir kere yetkili ilan edildiyse ondan sonra raporu olduğu gibi kabul mü edilecek? Denetlenecekse bunu kim, nasıl yapacak?
Diyelim ki bir ilahi ilham geldi, bir devlet "akredite" danışmanları ve danışmanlık firmalarını seçecek bilge kişiler ve bilgelik buldu. Bu seçim o kadar iyi yapıldı, seçici kurum o kadar kendine güveniyor ki, bunların işlerinin denetlenmesine bile gerek duymadı ve de bu iş kaynak alımı ticaretine dönüşmedi. Yani şirketler "danışman seçiminde bana kaynağı en ucuza getireceğini garanti edersen senle çalışırım" gibi bir kurnazlığa kalkışmadı. Danışmanlar da iyi tıp doktorları gibi hastanın (şirketin) daha iyi olması için neye ihtiyacı olduğunu ciddi ciddi araştırmaya kararlılar. Yani, beş aşağı beş yukarı, elimizde sağlık sektöründe nisbeten iyi çalışan teşhis-reçete-tedavi sistemi gibi bir sistem olduğuna inanıyoruz.
Biz var olduğuna inanıyoruz ama bunun olabilme olsalığı ne kadardır? Tıp doktorları hastaya teşhis koyabilmek için hastayı dinlerler, bir bakarlar, testler verirler, test sonuçlarında normlara uymayan şeyleri saptarlar, bunun ne demek olduğunu düşünürler ve ona göre de teşhis koyarlar. Başka bir deyişle yöntemleri dünyanın her tarafında aynıdır. Testler de hemen hemen aynıdır. Uğraştıkları şey de aynıdır. Önce insan insandır. Her yerde aynıdır. Anatomisi de aynıdır fizyonomisi de, kimyası da. Onun için tıp tahsilinde dünyanın her tarafında anatomi dersleri aynıdır. Her doktor aynı şeyi bilir aynı modelden hareket eder. Her şeyin yeri bellidir. Bu şeylerin norm dışı olup olmadığının aranacağı yerlerde hemen hemen bellidir. Hiç bir doktor adamın kalbini topuğunda, kan şekerini göz yaşında aramaz.
Elbette teşhis becerisi konusunda her doktor aynı değildir. Elbette doktorlar diğer meslekdaşlarının teşhislerine katılacak diye bir zorunluluk altında da değillerdir. Ama rahatlıkla konuşabilirler. Anlaşırlar anlaşamazlar ama aynı lisanı bildiklerinden rahatlıkla konuşabilirler. Konsültasyon denilen şey budur. Internet sayesinde bu konsültasyonlar artık ülkeler arasında ana dilleri ayrı doktorlarlarca yapılabiliniyor.
Şimdi gelelim işletme doktorlarına. Nereye varmak istediğimi herhalde anladınız. Daha işletme, işletmeci, işletme danışmanı gibi terimleri bile tanımlayamamış bir çalışma kolunda, herkesin primadonnalık iddiasında bulunduğu bu sahada bu tür bir yaklaşım birliği beklemek ham hayaldir. Her işletmeci kendi modelini seçer, her işletme danışmanı başkasının seçtiği modeli kullanmamaya çalışır. Hemen hemen her işletme danışmanı veya danışmanlık şirketi kendisini "denenmiş!?" yöntemler pazarlama zorunluluğunda hissettiği için yurt dışından bir firmanın temsilciliğini almaya çalışır, alamazsa kılıfına uydurur. Ortalık "model" ve "yöntem" dolar. Bir süre sonra da moda neyse o model lehine eski bırakılır yeni bir modelle pazara çıkılır. Bir ara ortalığı silip süpüren "re-engineering" firmalarından şimdi kaç tane kaldı bilmiyorum. Her danışman en iyisini bilir, hiç bir danışman başkasının yaptığı işi beğenmez.
'Berber Ömer' sendromu dediğim bu şey işletmecilik danışmanlığında yaygındır. Ne zaman seyahate çıksam ve ne zaman bir saç traşı ile Türkiye'ye dönsem, benim kırk yıllık berberim Ömer bir araba laf ederek o berberlerin aslında nalbur olduklarını, traş nedir bilmediklerini, benim traşımı düzeltmekten bıktığını ve traşımı düzeltmenin neden yeni bir kafa yapmak kadar zor olduğunu anlatır ve oralarda asla traş olmamamı, makinaya vurdurmamı tembih eder. Peru'dan Filipinlere, daha Ömer'e berber beğendiremedim.
Berber Ömer sendromu herkesin kendi yaklaşımını ve kendi dilini en üstün ilan ettiği danışmanlık, koçluk, eğiticilik gibi konularda şirketlerin karşılarına çıkacak bir sendromdur. Danışmanların kimi işletmenin kalbinin topuğunda, kimi kolunda olduğunu iddia eder, kimi şirketin kan şekerini göz yaşında, kimi saçında arar. Sebep tıpçıların sahip olduğu ama işletmecilerin sahip olamadığı ortak bir model yokluğudur. Peki şirketler kime gidecekler? Biliyorlar ki kime giderlerse gitsinler yöntem ve büyük olasılıkla teşhis değişecek. O zaman akıllı davranacaklar. Kime gidecekler biliyor musunuz? Teşviki en ucuza garanti edecek kişi veya firmaya. Onları kim kınayabilir ki? Siz olsanız öyle yapardınız, ben de öyle yapardım. Öyle yapılınca da bu teşhis-reçete-tedavi sisteminde kaynaklar gider hastalık kalır.
Şimdi "Öyle olmaz, böyle olmaz diyorsun. Bunun oluru nedir?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Dostlarım ve okurlarım bilirler, tanımlar konusunda çok titizimdir. Tanımı yapılmamış kavramları bir tanım verilene kadar tartışmam. Bugüne kadar yazdıklarımı davetli olarak gittiğim Çin Ticaret Bakanlığı'nın Güney Amerika'dan, Avrupa'dan, Afrika'dan ve Asya'dan gelen misafirlerine geçtiğimiz hafta bir hafta boyu anlattım. Bu konudan Macaristanda 4-5 Ekim tarihlerinde toplanacak Avrupa Ticareti Destekleme Kurumları yıllık toplantısında da (ETPO-2012 Budapest) bahsedeceğim. Orada bir çözüm de önerilecek. Hatta çözümü kullanan bir kurum kalkıp ne yaptıklarını anlatacak.
Sağlıcakla kalın.