Benim için zor yazılardan biri…
Çünkü hem bayram arifesinde konu bulup yazmak zor; hem de başlık attığım sevgili Şükrü Kızılot’u kaybetmenin acısıyla bir şeyler karalamak zor.
Bu konsantrasyon bozukluğu ile bakalım bastığımız tuşlar bizi nereye götürecek?...
Malum her bayram tekerlemesi gibi aynı konuyu yazmayı adet edindik. Türkiye’nin gereksiz uzun bayram tatillerini ve özellikle kamuya ait köprü geçişleri, şehir içi toplu taşımalar, erken ödenen emekli aylıkları gibi pek çok şeyi bedava yapma veya erkenden ödeme kolaycılığını hep eleştirdik.
Hükümetin her seferinde bonus olarak topluma pazarladığı bu uygulamaya isyan ettik. Bu sefer de sözüm ona iç turizmin canlanması adına yine tatil yaptık, hem de 10 gün. Bu tatilin ülkeye diğer maliyetlerini ya da ülkenin neler kaybettiğini hesaplamadık, görmedik, görmek istemedik.
Her neyse…
Bugün 30 Ağustos, Kurban Bayramı'na 1 gün var. Yarın arife ve ertesi gün bayram.
10 günlük bayramı çoktan başlatanlar için zaten bayram.
Kimileri, özellikle Anadolu insanı memleketine gitmiş, ailesinin yanında, kurbanının peşinde.
Kimileri ünlü tatil beldelerinde, denizin ve tatilin tadını çıkarmakla meşgul.
Doğal olarak kimileri de son yıllarda artan bir hızla yurt dışına dağılmış durumda, dünyanın hemen her yerine uzanmış.
Bugün 30 Ağustos. Zafer Bayramı…
Bir ulusun Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yıllarca süren milli mücadelesinin zaferle taçlandığı gün.
1922 yılında 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni (Büyük Taarruz) anmak için kutlanan bayram.
Bundan 95 yıl öncesi ulusça büyük bir zafer kazanıyoruz.
Bundan diyelim ki 95 saat öncesi de (aslında tam bir hafta) bir “değer” kaybediyoruz. Sevgili Şükrü Kızılot Hocamız aramızdan ayrılıyor.
30 Ağustos Zafer Bayramı bize savaşı kaybeden komutanın hikayesini anımsattı.
Nasıl oldu da 30 Ağustos Zafer Bayramı ile Şükrü Hocanın vefatı arasında ilinti kurduğumuzu haklı olarak sorgulayabilirsiniz.
Şükrü Hocayı çok yakından izleyenler ve benim gibi çok yakınında olanlar bilirler ki O’nun konferanslarında sıkça anlattığı bir hikayesi vardı.
Hikaye şöyle…
Napolyon’un bir kumandanı savaşı kaybetmiş. Süklüm püklüm karşısına çıkmış. Napolyon, “niçin bu savaşı kaybettin” diye sormuş? O da “bu savaşı kaybetmenin 40 nedeni” olduğunu söylemiş. “Peki” diye sormuş Napolyon, “bu nedenler neler?”… Kumandan da “bir, barut yoktu” demiş. O zaman Napolyon da “tamam” demiş, “gerisini anlatmaya gerek yok”.
Bizim Şükrü Hoca'nın da yaşam mermisi bitince savaşı kaybetmesi mukadder oldu.
Hocamız bundan 3 yıl kadar önce tam 13 Ekim 2014 günü akşamüzeri geçirdiği beyin kanaması sonucu yatağa bağlı hale geldi.
Türkiye’de tüm imkanlar seferber edildi, Almanya’da şifa arandı.
Ama bütün barut 23 Ağustos günü bitince Hoca da bu yaşam savaşını kaybetti.
Şükrü Hocayı Ailesi, sevenleri, dostları hep birlikte muhteşem bir cemaat eşliğinde uğurladık.
Bu manzara karşısında insan şunu düşünmeden edemiyor. Böyle bir cemaate veya sevgi seline, insanın savaşı kaybedesi geliyor.
Gidenle gidilmiyor, Allah mekanını cennet eylesin.
Şükrü Hoca, sadece bir vergi uzmanı değildi; vergi gibi sevimsiz bir malzemeyi allayıp pullayıp deri altı zerk yoluyla topluma şırınga edendi.
Sadece bir bilim adamı değildi.
Aynı zamanda muhteşem bir mizah ustasıydı. Bütün konferans ve panellerini konuyla ilgili fıkra veya anekdotlarla süsleyen bir ustaydı.
Son yıllarda da sosyal güvenlik deryasına dalmıştı; işçisine, çalışanına, ev hanımına, emeklisine, gencine, yaşlısına rehberlik yapmaya başlamıştı.
Karaladığımız bu satırları sıradan bir görev olarak yapmadık. Bu yazıyı, geride bıraktığımız ve hiçbir gün birbirimizi üzmediğimiz 42 yıllık dostluğun bir dışavurumu olarak kaleme aldık. Üstelik ekonomi dışı böyle bir anı, deneme gibi edebiyatın engin zenginliğine acemice dalıp kaleme alarak…
Bu yönüyle de bağışlanmak dileğiyle!...