Ben bu işten hiçbir şey anlamadım
YÖNETİCİNİN KEYFİ / Yavuz Dizdar [email protected] Kalemimde bol miktarda mürekkep olmasına sakın aldanmayın, benim tek bildiğim aslında bir şey bilmediğimdir. Ancak 9 Şubat 2008 itibarıyla, bir şey bilmediğimin yanında bir şeyden anlamadığım da tescillenmiş oldu. Malum, türban Meclis'ten geçti. Yaşadığımız dünyanın esaslarıyla hiçbir ilişkisi olmayan, hiçbir şekilde öncelik taşımayan, yakın geçmişe kadar da sadece bir yaşam biçiminin, bir inancın ifadesi olarak gördüğüm bu durum, gündemimizin ortasına oturmakla kalmadı, yasayla da desteklendi. Bu ülkede yaşayan insanları daha iyi bir geleceğe taşıma misyonum "hiç anlamadığım bir biçimde" darbe aldı. Benim türbanla bir alıp veremediğim yoktu, ama türbanı "siyasi simge" olarak savunan kafalarla düştüğüm ayrılık derinleşti. Bütün insanların eşit ve insanca yaşadıkları bir toplum düzenini hep savundum. Ben bunu herhangi bir siyasi görüş çerçevesinde savunmadım, sadece öyle olması gerektiği için savundum. Karşıma gelen insanlardan yardımımı hiçbir nedenle esirgemedim. Bu yaşam inancımın zaman zaman sol söylemle örtüştüğünü gördüm. Lakin solcu olduklarını söyleyenlerin neyi savunduğunu da bir türlü anlayamadım. Onlarla konuştukça, kendilerini aslında Lenin'den Troçki'ye kadar akla gelen her sol liderin çerçevesinde net sınırlarla ayırabildiklerini gördüm. Özgürlükler konusunda duyarlı olduklarını düşündüm. Buna karşılık bulunulan noktayı geriye götürmek konusunda bile nasıl hâlâ özgürlükleri savunabildiklerini bir türlü kavrayamadım. Üstelik yaşanmış mükemmel örnekleri mevcutken. Aşırı milliyetçi söylemleri asla benimseyemedim. Bu ülke için hiç düşünmeden canımı verebileceğimi hep bildim, ama bu ülkenin bir başka vatandaşını, bu ülke adına hor göremeyeceğime, dışlayamayacağıma da sonuna kadar inandım. Benden daha fazla milliyetçi olduklarına inananları bile, bir diğerine zarar vermedikleri sürece, dışlamadım. Ancak oy avcılığına soyunmuş bir milliyetçiliğin, nasıl milliyetçilik olarak adlandırılabileceğini bir türlü kavrayamadım. Herkesin dini inancı konusunda özgür olduğunu benimsedim. Dini vecibelerini yerine getirenlere saygı ve sevgiyle baktım. Lakin kendi din anlayışlarını başkalarına empoze etmeye çalışanlara, yaşadıkları dünyayı dinle biçimlendirmeye uğraşanlara, bu şekilde düşünmeyen herkese de "kafir" olarak bakanlara asla ısınamadım. "Özgürlük" takiyyesi arkasına gizlenip, "adım adım" diye içlerinden geçirenlerle hiçbir zaman uzlaşamadım. Batı'nın ahlaksızlığını aldığını düşündüğü halde, her fırsatta koşup yaltaklananlara alışamadım. Ben bir tek Atatürk'ü bildim, ama O'nun adını her iki cümleden birine ekleştirmeyi irfan sayanları, O'nun bıraktığı ülkeyi ileri taşımak yerine, eteğinin ardına saklanıp nutuk çekenleri de anlamadım. "Aydınlık bir Türkiye" dediğim zaman, hayallerinin 1938'le sınırlı kaldığını üzüntüyle gördüm, kurup bıraktığı partiyi nasıl statükonun kalesi haline getirdiklerini dehşetle izledim. Çok konuşup, az iş yapıp, aman başkaları yanlış anlar diye sinip kalmalarına hüzünle baktım Velhasıl 10 Şubat itibarıyla görüyorum ki, neredeyse hiçbir şeyi anlamamışım. Olağanüstü dış borca inat, derinleşen küresel durgunluk, aşmak için sunulan formül devletin faizleri daha da artırması. Elde kalanların hızla ve yok pahasına satılıp savılması. Artan buğday fiyatları sonucunda zam bekleyen ekmek. Beri yanda bütün kurumlarıyla AKP'lileştirilmeye çalışılan bir devlet... Ben bu işi hâlâ anlayamıyorum, ama iyi bir geleceğe nedense hep inanıyorum.