Bellekteki izlerin peşinde...

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

ODAK / Faruk Şüyün [email protected] Bursa Kitap Fuarı'nda, uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir sorunun yanıtını buldum. Aslında, yıllar önce yazdığım bir yazı, bunun ilk ipuçlarını taşıyordu. Orada "her şey bir insan içindir" demiştim. Ne yapıyor, ne üretiyorsak onun görmesi, okuması, bilmesi amacıyladır... O olmasa, özellikle edebiyat, güzel sanatlar gibi alanlarda eserler üretilemezdi... Bursa'da, iyi bir hafızanın nedeninin de o insan olduğunu fark ettim. Ona anlattıkça beynimize yerleşiyordu gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve uzun yıllar silinmeden kalabiliyordu. Tabii "o insan"ı çoğul olarak da algılayabilirdik. Yani ulaşabileceğimiz kişilerin sayısı milyonlar bile olabilirdi, ama en az bir insan olmalıydı bizim paylaşabileceğimiz. İnsanlar arttıkça, anlatım sayısı da çoğalıyor, hafızada daha derin izler bırakıyordu konuşulanlar, düşünülenler. Belki bu nedenle Çetin Altan'ın, Süleyman Demirel'in, Aziz Nesin'in, Selim İleri'nin yani geniş kitlelere ulaşmış insanların hafızaları çok daha iyiydi. Düşündüklerini, yaşadıklarını yazarak veya konuşarak birçok kez tekrarlamalarıydı işin sırrı. Önceki yıl yaptığım Madrit yolculuğunu bu sayfada yazmış, sonra da bir daha konuşmak veya düşünmek için nedense bir vesile olmamıştı. Bursa'da sabah kahvaltısında bu kentin lafı açılınca, bir şeyler anlatmak istediğimde, hatırladığım çok az şey olduğunu fark ettim. Belleğimin derin bir kuyusuna gizlenmişti yaşadıklarım. Düşüne düşüne, kuyunun yosunlanmış duvarlarından çeke çeke bazı ipuçları verebildim bu kent için, ama yeterli değildi orada gördüklerimin yanında. İşte unutulmuş gitmişti cânım Madrit. Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri, dinlediğim müzikleri hatırlamaya çalıştım o gün boyunca büyük bir hırsla... Bir bellek kavgası yaşandı beynimin içerisinde. Sonuç, akşama doğru net bir şekilde ortadaydı: Tanrım, ayrıntılarını hatırlayamadıklarım, tam anlamıyla, istediğim gibi anımsadıklarımı geçiyordu neredeyse. Hemen internette araştırdım unuttuklarımı, bildiğim, ama o ân hatırlayamadıklarımı, bir iki sözcük bile yeterince ipucu veriyor, puzzle'ın eksik parçalarını tamamlıyordu. Bu durum, biraz olsun rahatlatmıştı beni. Beynimin kör kuyularında bilgiler istiflenmiş, bir gün yeniden gün ışığına çıkacakları ânı bekliyorlardı öylece. Ama bu saptama yetmezdi. Bir şey anlatırken, bir dakika deyip internete mi bağlanacaktım!.. Ben, az mı yazıyor, yeterince anlatmıyor muydum yaşadıklarımı, okuduklarımı, gördüklerimi, dinlediklerimi... Sık lafını ettiklerim öyle berrak hafızamdaydı ki... Peki, böyle yapmıyorsam, ilgi duyduğum konuların başkalarının alakasını çekmeyeceğini mi düşünüyordum? Bu sayfadaki köşemde o kadar hevesle, sizlerle paylaşabilmek için yazıyor, onları yorumluyan keyifli mailler geldiğinde öyle mutlu oluyordum ki... O zaman yazma değil, anlatamama sorunuydu belki de benimkisi... Öyleyse çevremdekilerle, yani arkadaşlarımla kültür, sanat, edebiyat konuşmalarını yeterince yapmıyordum. Bu şekilde değerlendirecek olursak, onların ilgilenmeyeceğini düşündüğümden mi anlatmıyordum, yoksa gerçekten ilgilenmezler miydi? Okuduğum bir kitap, gittiğim bir kent, dinlediğim bir müzik, aldığım bir elektronik alet onları sıkacak konular arasında mıydı? İşte bugünlerde bu sorulara yanıt bulabilmek için araştırmalar, daha doğrusu pratikler yapmalıydım. Test etmeliydim... O insan/lar gerçekten var mıydı? Yoksa bir süre sonra, acı bir sonla yüz yüze gelecek, yaşadığım her şeyi unutacak mıydım? Unuttuğumun farkında olacak mıydım?! Öyleyse günlük tutmaya başlamalıydım, hatta anılarımı yazmaya... Yani şimdiye kadar hiç yapmadığım şeylere... Bursa Kitap Fuarı'nın son günleri bu düşünceler içinde geçti. Önümüzdeki haftalarda neler olacak, sonsuz bir unutuşa mı yuvarlanacağım, yoksa yaşarsam önümüzdeki yıllarda müthiş bir belleğim olduğu için beni övecekler mi, hadi övülmeyi bırakalım, ben kendimden mutlu olacak mıyım? Belki bu konuda bir yazı daha yazarım...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar