Bayramlaşma köprüsü
İki gün sonra Ramazan Bayramı. İki ay sonra da Kurban Bayramı geliyor. Tatil dönemi olan iki ay içinde art arda iki bayram yaşayacağız. Ümit edelim ki bayramlarımızı bayram gibi yaşayalım, barış ve huzur içinde bayramlaşalım.
Bayramlar sevgi ve saygı duygularımızın, barış ve mutluluk özlemlerimizin, güzel bir dünyaya ve geleceğe ilişkin umutlarımızın kabarıp yeşerdiği günler. Bu duyguları hep canlı tutabilmek muhakkak ki sadece dost ve akraba ortamı için değil, ülke ve dünya barışı için de önemli.
Yanılmıyorsam 1970'li yıllarda ülkemizde çok sevilen ve her yerde sık sık seslendirilen, "Hayat bayram olsa!" diye başlayıp, "İnsanlar el ele verse, mutlu olsa!" diye devam eden güzel bir şarkımız vardı. Terör olaylarının çok yoğun olduğu 1970'li yıllarda terörün kin ve nefret ortamına karşı bir barış ve sevgi çağrısıydı adeta, bir özlemi dile getiriyordu.
Evet, sadece günler değil tüm yaşam bayram olsa! Sevgi, saygı, hoşgörü, barış duyguları hep canlı kalsa. Ülkemizde, bulunduğumuz coğrafyada ve tüm dünyada barış ve işbirliği egemen olsa. Bilgi toplumunun küreselleşen dünyasının olmazsa olmaz şartları sağlanabilse. Geçtiğimiz yıl sayın Başbakanımızın dile getirdiği özlemi, "düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını arttırabilsek. "Hatta düşmanlarımızın sayısını sıfırlayabilsek. Keşke tüm dünya barış içinde yaşayabilse.
Ama maalesef dünyamız ütopyalar değil distopyalar dönemi yaşıyor. Herhalde bu da bilgi toplumunun küreselleşme sürecinin bir maliyeti olsa gerek. Bilgi toplumunu ve onun gerektirdiği küreselleşmenin kolay olmayacağı anlaşılıyor. Nitekim sanayi toplumuna geçiş de kolay olmadı. İnsanlık tarihinin en büyük trajedileri olan birinci ve ikinci dünya savaşları yaşandı. Ümidimiz bilgi toplumunun gerektirdiği küreselleşme sürecine girerken de böylesi bir trajedinin yaşanmaması. İnsanlığın böylesi bir trajediye mahkum olmaması. Ama maalesef son yıllarda bir "Üçüncü Dünya Savaşı" sözü bile dillendirilmeye başlandı. Bunun neye mal olacağı Albert Einstein'ın kendisine sorulan "Üçüncü Dünya Savaşı nasıl olacak?" sorusuna verdiği cevapta çarpıcı bir şekilde dile gelir: "Üçüncü Dünya Savaşı'nın nasıl olacağını bilmiyorum ama Dördüncü Dünya Savaşının taşlarla sopalarla olacağını çok iyi biliyorum!" der büyük bilim adamı.
Evet, biz yine iyimser olalım ve "Hayat Bayram Olsa!" diyelim. Hatta bilgi toplumunun hayatı bayram yapabileceğine inanalım ve bunun olmazsa olmaz şartı olan dünya barışını sağlamaya çalışalım.
Bu yıl, tatil döneminde ardarda gelen iki bayramımızı vesile ederek daha önce "Marangozlar İş Başına!" başlığıyla yine bu köşede yayınladığımız hikayeyi bu kez de "Bayramlaşma Köprüsü" başlığıyla yinelemek istedik bu yazımızda. Bu vesileyle tüm okurlarımızın Ramazan ve Kurban Bayramlarını kutluyorum. Tatil dönemi dolayısıyla yazılarıma 2 ay ara verdikten sonra Eylül ayında tekrar buluşmak umuduyla tüm okurlarıma mutluluklar diliyorum.
"Bayramlaşma Köprüsü" hikayemize gelince. Hikayemiz bir baba ile iki oğlunun hikayesi. Hikayemize göre baba çalışıp çabalayarak varlığını yoktan var etmiş başarılı bir iş adamı. Kendisinin yaşamak zorunda kaldığı sorunları yaşamasınlar diye iki oğluna da çok iyi eğitim imkanları sağlamış, onlara işletmesinde giderek artan önemde yetkiler devrederek iş hayatında da pişmelerini, bin bir güçlükle kurup geliştirdiği işletmelerinin kendisinden sonra da yaşamını sürdürmesini sağlamaya çalışmış.
Bu amaçla, şehrin güzel bir yerinden satın aldığı geniş arazide her iki oğluna da yan yana iki ev yaptırmış. İkisini de evlendirip çoluk çocuğa kavuştuklarını ve işlerine de dört elle sarılıp hem aile ve hem iş hayatlarını başarılı bir şekilde sürdürdüklerini gördükten sonra gönül huzuruyla kendisini emekliye ayırmış. Bir süre sonra da hayata veda etmiş.
İki kardeş eşleri ve çocuklarıyla beraber hem iş ve hem de aile hayatlarını başarılı ve mutlu bir şekilde sürdürmeye devam etmişler. Ama bir süre sonra elti rekabetinin yarattığı huzursuzluk torunlara da sirayet etmiş. Sonunda onlar arasında oluşan huzursuzluk kardeşleri de etkilemeye başlamış. Bu olumsuz hava sadece kardeşlerin aile yaşamlarıyla sınırlı kalmaz, iş hayatlarını da olumsuz etkilemeye başlar. Artık iki kardeş, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, birbirleriyle görüşmeyi ve hatta konuşmayı bile kesmişlerdir. İki kardeş işyerinde de sadece aracılar vasıtasıyla iletişim kurabilmektedir.
Bir akşamüzeri ağabey eve döndüğünde gördüğü manzara karşısında şaşırır ve çok kızar. Kardeşi iki evin arasına bir kanal açtırıp içini suyla doldurtmuştur. Kardeşi böylece ağabeyi ile ilişkilerini kesmek istediğini çok kaba ve hoyrat bir biçimde göstermek istemiştir. Ağabey bu durum karşısında üzüntüden ve kızgınlıktan günlerce uyuyamaz, kahrolur.
Bu üzüntü ve kızgınlık içinde bir gün aniden karar verir. O da kardeşine gereken dersi vermeli, ona haddini bildirmelidir.
Ertesi sabah işe gitmeden bir marangoz çağırır ve talimatını bildirir. Marangoz, kardeşinin açtırdığı kanalın kenarına onun evinin görülemeyeceği yükseklikte ahşap bir duvar kuracaktır.
Böylece kardeşinin ne evini, ne kendisini, ne ailesini görmek istemediğini, kardeşinin gözlerine sokarak göstermeyi amaçlamıştır.
İşine gitmek üzere evinden ayrılırken marangozu sıkı sıkı tembihler: "Akşam eve geldiğimde duvarın muhakkak tamamlanmış olmasını istiyorum."
Ama akşam eve döndüğünde başka bir tablo ile karşılaşır. Zira kanalın kenarına bir ahşap duvar yapılmamış, kanalın üzerine köprü kurulmuştur. Önce şaşırır ve sonra da kızıp marangoza hiddetle çıkışır: "Ben sana kanalın kenarına yüksek bir duvar örmeni söyledim, sen kanalın üzerine bir köprü kurmuşsun!"
Bu kızgınlık içinde marangoza bağırıp çağırırken köprünün üzerinde kardeşini görerek şaşırır. Kardeşi köprünün üzerinde, kollarını açarak mutlu bir şekilde kendisine doğru gelmekte ve gözyaşları içinde sevinçle haykırmaktadır: "Sevgili ağabeyim, ne olur beni affet! Ben sadece ikimizin değil tüm ailelerimizin bile birbirlerinden ayrılması için evlerimizin arasına kanal açtırdım. Ama sen birleşmemiz için aramıza köprü kuruyorsun. Ben açtığım kanalla kin ve nefret mesajları yolladım, sen aramıza kurdurduğun köprü ile sevgi, barış ve hoşgörü mesajları veriyorsun. Ben senden af dileme basiretini bile göstermeden sen bana barış ve sevgi yolunu açtın. Bu kurduğun gönül köprüsü çocuklarımız ve torunlarımız için de bir sembol olmaya devam etsin!"
Verdiği talimatın tersine bir iş yapmış olan marangoza kızgınlığı sürerken, gördüğü bu tablo karşısında ağabeyin şaşkınlığı bir anda sevince ve mutluluğa dönüşür. Gözleri ışıldar ve sevinç gözyaşları içinde kardeşiyle kucaklaşır.
Eltiler ve çocuklar da bu tablodan çok mutlu olmuşlardır. Artık herkesin yüzü gülmekte, gözleri ışıldamaktadır sevinç ve mutluluktan.
Biraz önce marangoza kızgınlık içinde bağırıp çağıran ağabey bu kez ona teşekkürlerini sunar. Yapılan işten çok mutlu olduğunu söyleyip ücretini fazlasıyla öder. Ayrıca onu akşam yemeğine davet eder. Kardeşi ile barışmalarını bir yemekte kutlamak istediğini, bu sonucun mimarı olarak kendisinin de aralarında olmasından çok mutlu olacaklarını söyler.
Marangoz bu davete çok teşekkür eder. Ama bunun maalesef mümkün olmadığını söyleyerek kendisinden özür diler ve ilave eder: "Zira daha kurmam gereken çok köprüler var, izin verin işime devam edeyim."
Hikayemiz burada bitiyor. Artık bilgi toplumunun küreselleşen dünyasında sadece kardeşler arasında değil, ülkeler ve hatta kıtalar, dinler ve ırklar arasında da köprüler kurulması gerekiyor. Kıtalar arasında da köprüler kurulması gerekiyor. Kıtalar arasında üç köprü kuran ulusumuz dileyelim ki dinler ve ırklar arasında kurulacak köprülerin de mimarlarından olur. Bilgi toplumunun küreselleşen dünyasının başta gelen gereksinimi olan farklılıklar arayışındaki yabancılığı ve uyuşmazlıkları uyuma ve işbirliğine dönüştürür.
Geçmişte olan olmuştur, artık onları değiştirmek mümkün olmuyor. Ama onlardan ders alınması gerekiyor. Bu konuda aşağıdaki değerlendirme ne kadar haklı: "Kaybedilen en kıymetli eşyanın, her türlü dünya servetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor. Bunun sebebi herhalde, ‘bu böyle olmayabilirdi' düşüncesi. Yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır." (Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, sh. 149)
Bu konuda TBMM eski Başkanı, duayen politikacı Cemil Çiçek'in değerlendirmesi ne kadar yerinde: "Dostlarımızın sayısını artırmak, düşmanlarımızın sayısını azaltmak kuralı çok doğru… Yurtdışında bu adımları atarken, içerde de dostlarımızın sayısını artırmamız gerekiyor. Türkiye içinde de bu gerginliğin olduğu ortada. Gönül köprüleri kurmaya ülke içinde de ihtiyacımız var… Köprünün iki ayağı var… Bunun iki ayağını buluşturmamız gerekiyor." Sayın Çiçek, gazeteci Nuray Babacan'ın "Siz özeleştiri yapıyor musunuz?" sorusuna da şu cevabı veriyor: "Evet yapıyorum. Siyasete başladığım ilk yıllarda, gençliğin verdiği heyecan ve yetiştiğim kültürün etkisiyle hırslarım aklımın ötesindeydi. Her şeyin doğrusunu biz biliyoruz sanırdım. Zaman içerisinde muhataplarımdan da çok şey öğrendim. Nefisim törpülemeyi, aklımı kullanmayı öğrendim. Diğer bir hatam ise vatan millet için her şeyin iyisini biz istiyoruz diye düşünürdüm. Hayat bana, başkalarının da bu vatan ve millet için iyi şeyler yaptığını gösterdi. Başkalarına haksızlık ettiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Karşı görüşleri dinlemeyi, anlamayı öğrendim (Hürriyet, 6 Temmuz 2016).
Ben de yetmiş yaşına ulaşmış ve o dönemleri yaşayan biri olarak aynı duygular içindeyim. Geçmiş yılların gerginliklerini ve kutuplaşmalarını yaşayan insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğunun da aynı duyguları paylaştığına inanıyorum. Diliyor ve umuyoruz ki, ülkemizde "düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını artıracağız" söylemi ile başlayan süreç hem kendi toplumumuzda hem global düzeyde başarılı bir şekilde devam eder ve istenen sonuca ulaşır. Toplumumuzda var olan farklılıklarımız gerginliklere ve kutuplaşmalara neden olup mutsuzluğun ve sorunların kaynağı olmaz. Tam tersine farklılıklarımız, içinde bulunduğumuz bilgi toplumunun çok önemli kavramları olan, sinerjik ve simbiyotik bir etkileşimle işbirliğine dönüşerek ekonomik, sosyal, kültürel ve politik zenginliklerimizin kaynağı olur. Esasen bunlar da zaten bilgi toplumunun ve onun gerektirdiği küreselleşmenin olmazsa olmaz şartları değil mi!