Bayramlarda niye çok ölüyoruz?
Uzun bir bayram tatilini geride bıraktık ve karayollarında 200 dolayında kayıp verdik. Ama gerçek kayıp biliyoruz ki çok daha fazla.
Trafik kazalarındaki ölüm istatistikleri iki türlü tutuluyor. Bu 200 dolayındaki kayıp, kaza yerinde hayatını kaybedenleri gösteriyor. Yaralanan ve bir ay içinde hayatını kaybedenler ayrı bir istatistik olarak kayıtlara giriyor. Ne yazık ki bir o kadar da yaralananlardan kayıp vereceğimiz tahmin ediliyor. Çünkü geçmiş yıl istatistikleri, bütün yıl bazında kaza yerinde verilen kayıpla bir ay içindeki kayıp sayısının birbirine çok yakın olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin her uzun bayram tatilinde 400-500 vatandaşını trafiğe kurban vermesini artık ne yazık ki normalmiş gibi karşılıyoruz. Tatil öncesi herkes biliyor ki çok sayıda kaza olacak ve çok sayıda ölüm ve yaralanma yaşanacak, ama tabii hiç kimse bu durumun kendi başına geleceğini düşünmüyor.
Şimdi gelelim başlığımıza...
“Bayramlarda niye çok ölüyoruz” dememiz anlamsız bulunmuş olabilir. “Tabii ki yollar kalabalık, o yüzden kayıp da fazla oluyor” denilebilir. Ama bizim vurgulamak istediğimiz başka.
Birincisi, yollar kalabalıksa daha dikkatli olmak gerekir. Bizim en büyük sorunumuz da bu zaten. Dikkatsizlik ve umursamazlık.
İkincisi, ne yazık ki araç kullanmayı hala bilmiyoruz, hala bilmiyoruz. Belki daha kötüsü, bazı temel kuralları biliyor ama uygulamıyoruz. Bakın hala kemer takmıyoruz. Hala “takip mesafesi” denilen kavramı uygulamıyor, uygulayanları da arayı kapatması için taciz ediyoruz. Olmadı o araya girerek birkaç araç öne geçmeyi kâr sayıyoruz.
Üçüncüsü, tatilin “gidilen yere ulaşınca” değil, “evden çıkınca” başladığını idrak edemiyoruz. Böyle olunca da tatile bir an önce başlayabilmek adına kural tanımıyoruz. Oysa tatilin direksiyona geçince başladığını kabul etsek, o yolculuk da çok daha keyifli geçecek.
Dördüncüsü, trafik denetimi belli kalıplar içinde ve işe yaramıyor. Böyle günlerde neredeyse yalnızca hız denetimi yapılıyor. 100 km hızla gidilecek yerde 105 ile gitmek o kadar büyük sorun mu, düşünmek gerekiyor. Siz hiç yakın takipten dolayı ceza kesildiğini gördünüz mü? Oysa en büyük sorunumuz bu ve niye bir kaza olursa zincirleme oluyor?
Beşincisi, temel sorunumuz hız değil artık. Yolların çoğu bugünkü limitlerin üstünde gitmeye de uygun. Sorunumuz, bu hıza nerede ve hangi koşulda çıkacağımızı bilememek. Sorunumuz; yakın takip, hatalı sollama, sinyal vermeme gibi aslında hıza göre çok daha kolay halledilebilecek konular. Ama sinyal vermeyi acemilik ve zayıfl ık, yakın takibi iyi sürücülük olarak gören bir toplum olduğumuzu düşününce işimizin zorluğu da anlaşılıyor.
Yağmurlu havada kavşakların tıkanması normal mi?
Büyük kentlerimizin trafik sorunu yağmur yağdı mı bir anda katlanır. Büyük kavşaklar tıkanır, bu tıkanıklık bir sonraki kavşağı etkiler, trafik adeta durur.
Garibim koyunlar; biri uçurumdan atlayınca diğerleri de onu izler ve kendini boşluğa bırakır ya, kimse alınmasın, sürücülerin azınlıkta kalacak bir kısmı hariç çoğumuz da böyle davranıyoruz.
“Yanımdaki kırmızıda geçti, oradan gelen böyle yaptı, ben niye yapmayayım!”
Mantık bu. Tabii ki bir de daha az görünür hale gelmenin avantajı söz konusu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, etrafta polis yok, kamera olsa bile o yağmurda plakayı kaydetmesi olanaksız.
Hani makul bilinen insanlar kimlikleri gizli olduğunda internette olmadık işlere girişirler ya, biraz onun gibi bir durum.
Polis yok, gören yok, kamera kaydı yok... Bütün bunlara ek olarak diğer sürücülere saygı yok.
Trafikte temel kuraldır; geçemeyeceğin kavşağa ya da yola girmezsin. Diğer yolu kapayacaksan yeşil yanıyor olsa bile hareket etmez ve beklersin. Bunu yapmayı düşünenler, deneyenler elbette var, ama arkadakiler izin verirse...
Belli ki hukuka uygun, ama ya insanlığa?
İstanbul’da yaşanan insanlık dramını muhtemelen gazetelerde okudunuz, televizyonlarda izlediniz. Mahkemenin velayetini anneye verdiği küçük kız çocuğu, belli dönemlerde babasıyla kalabiliyor. Çocuk sürekli babayla kalmak istiyor, baba da süre bittiği halde kızını annesine götürmüyor.
Bunun üstüne anne mahkeme kararıyla kızını almaya geliyor. Yanında da icra memurları.
Ama şu konuyu açıklığa kavuşturmak gerek. İcra memurları denilince akla hemen bir eşyaya el koyma durumu geliyor. Gerçek tabii ki öyle değil. İcra memurları, mahkeme kararının uygulanmasını sağlamakla görevli kişiler. Memurlar, duruma göre yanlarına polis de alabiliyorlar.
Kız feryat figan, “Ben eşya mıyım, gitmek istemiyorum” diye. Ortada mahkeme kararı var, uygulama hukuka uygun. Çocuk yaştaki kızdan kendi kararını vermesi de beklenemez. Ama görüntülerin insanlıkla bağdaşır yanı yok.
Ne mahkemeye tek kelime söylenebilir, ne çocuğu almaya gelen görevlilere... Nasıl olur da bir anne-baba çocuklarının böyle bir travma yaşamasına yol açabilirler, mesele o.
Bu arada boşanmış ailelerde çocuk tesliminin icra daireleri aracılığıyla yapılmasına son verecek bir kanuni düzenlemeye gidiliyor. Bu amaçla çocuk teslim merkezleri kurulacak.