Bayram gözleri
Yaşadığınız yerin sonsuzluğa uzanan gökleri, aydınlık gecelerinde uzanıp kopararak cebimize koyabilecekmiş gibi duran yıldızları, ağaçları, çiçekleri, çoğuna ad bile verilmeyen otları, kayaları, taşları, büyük sessizliği tam orta yerinde yaran kuşları, meyveleri, sebzeleri, can yoldaşı hayvanları… Karları, kışları, düşleri hiç bitmeyen insanları kimlik ve kişiliğimizin değerlerini zihnimizin derinliklerine öylesine perçinler ki, kolay sökülüp atamazsınız, değiştirip dönüştüremezsiniz, dönüşü olmayan o son yolculuğa kadar sizinle birlikte var olur. Kimi zaman, bazı değerlerinizin sizi düne sıkıca bağladığını, günü yaşamın önüne engeller koyduğunu fark etseniz de onlardan bir anda sıyrılmanız olanaksızdır.
Doğa kendi yasalarını ödün vermeden uygular; ama o doğanın bir parçası olan insan, her şeyi değiştirebilecek gücü kendisinde gördüğü için, gücünün sınırlarını aşan işleri yapmaktan hiç de geri durmaz. En eski insanlardan bugüne, engin birikime sahip olan kadim Afrika insanlarının yaşam örsünde döverek, akıl süzgecinin ince eleklerinden geçirdiği, "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!" sözünün boşuna söylendiğini söyleyebilir miyiz?
Kimliğimizi, kişiliğimizi, yaşamdan ne anladığımızı, dünü, günü ve yarınımızı derinden etkileyen coğrafyamızı bilme, üzerinde düşünme, başka coğrafyaların yarattığı kimlikleri ile karşılaştırmalar yapma, bizi geleceğe taşımayan değerlerle savaşım araçlarından biridir.
Büyüdüğüm köyde "Bayram gözlerini" anlatmadan önce, coğrafyasının özelliklerini paylaşırsam, birbirimizi daha iyi anlayabiliriz.
Yolunuz Amasya'dan sapıp Kelkit Oluğu'nu izleyen, Erzincan'a kadar uzanan karayoluna düşmüşse, Tozanlı Çayı'nın Amasya'ya kadar Çekerek ve Tersakan'la birleşerek doğuya döndüğünü, Boğalı Dağları ile Akdağ arasında Erbaa önlerinde Kelkit Çayı ile birleştiğini, o noktadan sonra Yeşilırmak adını alarak, Akdağ ile Canik Dağları arasındaki derin vadileri aşıp Çarşamba'da büyük hasreti Karadeniz'e karışıp kaybolduğunu düşünmeden edemezsiniz.
Amasya'dan başlayarak Tokat-Niksar yoluna kadar uzanan Sakarat Dağları'nın bizim köyün güneyindeki en yüksek tepesi Dikilitaş bin dört yüz otuz bir metre yüksekliğindedir. Üzeri gürgen ağaçları ile kaplı tepeler kuzeye doğru dik yamaçlarla iner. Çalıca, Seyitalanı, Kurtalanı'nından sonra köyümüzün tarlalarının bulunduğu Domuzçukuru, Uluhan, Uluyazı, Ladikyazı, Hanyeri, Sülük Gölü, Kireçlik ve Düzler diye adlandırılan topraklar beş yüz metre yükseklikteki yerlerdir.
Sakarat Dağları'nın inişi sürer, Canik Dağları'ndan ayıran Kelkit Oluğu'nda yükseklik iki yüz metreye iner.
Sakarat Dağları'nın kuzeyinde iki ayrıcalıklı ova vardır: Erbaa ve Niksar Ovaları.
Benim köyüm Sorhun, Sakarat Dağları'nın küçük bir tepesi üzerinde kurulmuştur. O tepenin kuzeydoğusu çam ağaçları ile kaplıdır; geri dönülmez yolculuğa çıkan insanlarımız çamların gölgesinde ebedi uykularına dalmıştır. Kuzey yamaçları inilince Hanyeri yakınlarında Çiflik deresinin kollarından biri "yunak" denen yerde doğar. Çiflik deresinin diğer kolu Seyitalanı ile Kurtalanı'nı birbirinden ayıran, dik yamaçlardan inen Uluhan deresidir. Uluhan suyu ile yunakta çıkan su Ocakbaşı (Endekse) köyü yakınlarında birleşir; Erbaa yönünde akar; Aladon topraklarını aşar, Tepekışla'da Kelkit'e karışır.
Köyün insanları 1877-78 yıllarında Osmanlı-Rus Savaşı'nda Artvin'in Şavşat ve Ardanuç köylerinden göç eden, daha sonra Refahiye'den gelen ailelerle çoğalan, 1878-1924 yılları arasında mübadelede göç eden Rumlar ile birlikte yaşamıştır. Bayramlarda renklendirilmiş yumurta dövüşü, Rumlar'ın mirası idi; bir ortak kültür simgesi olarak benim çocukluğumda yaşıyordu.
Çocukluğum Seferberlik yoksulluğunu yansıtan anılarla, Kurtuluş Savaşı umutlarının harmanlandığı söylemlerin, çok partili sisteme geçişin ayrışmalarının bileşenidir dersem, abartılı bir anlatım olmaz.
Herkesin işinde gücünde olduğu, ağırlıklı olarak ailelerin kendi ihtiyacı için buğday ve mısır tarımı yaptığı; piyasa için tütün üretilen, verimli olmayan ve yetersiz topraklar nedeniyle yoksulluğun yaygın olduğu bir yerde benim köyüm.
Bir manzumede, "Süt sağardık bizim evde/Yemek yasaktı nedense/ Otuz hayvanın peşinde/Neden vardık bilemezsin!" diye anlattığım köyümün yoksulluğu, zihnimin derinliklerinde silinemez bir korkunun kaynağı olmuştur.
Bu yoksul köyün bayram namazları, eski minaresiz camide kılınırdı.
Caminin iki imamı anılarımda yer etmiştir: Kamalı Mahmut Efendi, Batum'dan kaçarak gelmiş yalnız bir adamdı. Mahir Hoca, Ardanuç'un Kassiyen köyünden göç etmiş, Çilhorozlar'dandı; bizim kapı bir komşumuzdu.
Dini bayramlarda namaz kılındıktan sonra başta imam durur; sonra yaşlılar onunla bayramlaşır; herkes uzayan kuyrukta bayramlaşma yaptıktan sonra insan zinciri dağılırdı. Varlıklı aileler o gün güçlerinin yettiği kadar bol yemek yapar, camiden çıktıktan sonra yemek yapma imkanı olmayanları davet ederdi.
Sofraların en gözde yemeği pirinç pilavıydı.
Köyün önde gelen ailelerinin davetini bekleyen çocukların "beni çağır" diye haykıran gözleri anılarım arasında çok ayrı bir yerde durur. O "bayram gözleri", hiç silemediğim bir "acıma duygusunun", onun da ötesinde "korkunun" daha da önemlisi aşılması gereken "engelin", dönülme olasılığının düşünülmesi bile tüylerimi diken diken eden "tedirginliğin" adıdır.