Batmayacak kadar büyük
Dünya ekonomisi 1980’li yıllardan itibaren finansal serbestleşmenin bir sonucu olarak daha fazla bankacılık krizi, likidite krizi ya da genel ifade ile finansal sistem kaynaklı krizler yaşadı.
Bu süreçte birçok kavram üretildi veya var olup da geri plana düşen kavramlar öne çıkartıldı. Bu dönemde özellikle bankacılık sektöründeki krize yönelik olarak sık kullanılan iki kavram pek sevildi: Batmayacak kadar büyük ve batmayacak kadar politik. Batmayacak kadar büyük ile kastedilen batacak olan şirket, banka, devlet battığında öyle bir dalga yaratır ki, kurtarmak daha düşük maliyetli olması durumudur. Bu kabulden yola çıkıldığında hangi firmanın, hangi bankanın ne kadar büyük olduğu sorusunun doğru yanıtlanması gerekiyor. Örneğin son kriz de ABD’de Lehman Brothers battı, buna karşılık AIG kurtarıldı.
Amerikalılar hala bir şirket kurtarılırken, diğeri neden kurtarıldı, sorusuna yanıt arıyor. Benzer şekilde 1994 yılında Meksika kurtarıldı, 2008 krizinde İspanya, Yunanistan kurtarıldı. Ancak bu ülkeler batmayacak kadar büyük olmaktan çok, batmayacak kadar politik oldukları için kurtarıldı. Meksika’da ciddi bir ABD kaynaklı sermaye vardı, İspanya ve Yunanistan’ın batması Euro’yu zora sokacak, hatta sistemin sona ermesine neden olacaktı. İster batmayacak kadar büyük, isterse batmayacak kadar politik olsun, her ikisi bir sorunun ifadesidir. Yani sorun çözücü değildir. Sorun ise borçlanmadır. Bir ekonomide borç stokundaki artış belli bir noktayı aştıktan sonra ister, borç kamuya ait olsun, ister özel kesime ait olsun sorun artık bir şirkete, ya da bankaya ait değildir, o ekonomiye aittir. Çünkü o borç o ekonomide yaratılacak olan katma değer ile ödenecektir. Üstelik bu borç stoku yabancı para cinsinden ise ülkenin riski daha da büyüyecektir. Çünkü artık hükümetin enfl asyonu satın alıp, parasal genişleme ile borç ödeme şansı da yoktur.
Ekonomi borç krizinin yanında bir döviz krizinin içine düşer. Bu ise ifl as demektir. Artık ülke kurtarılmayı bekler, bunun içinde ya batmayacak kadar büyük, ya da politik olmalıdır. 2001 krizi sonrası Türkiye böyle bir duruma düşmüştü. Küresel krizin gelişmiş ülkeler bacağında görülen düzelme devam ederken, likidite bolluğunun azalmaya başlaması ile birlikte, yükselen ekonomilerde şiddeti artan kırılganlıklar finansal sisteme yansımaya başladı. Örneğin ekonomik büyümesini yurtdışı talebe olduğu kadar, yurtiçi talebe de dayandıran, bunu da kredi genişlemesi ile sağlayan Çin’de, son zamanlarda tahsili gecikmiş alacakların (TGA) artması küresel ekonominin aktörlerini tedirgin etmeye başladı. Çünkü Çin’de ortaya çıkacak bir dalgalanma sahip olduğu ekonomik büyüklük ve politik gücü nedeni ile tüm ekonomileri sarsabilir.
Çin’de bunun farkında, bundan dolayı onlarda tedirginler. Önlem almak için uzun süre de beklemediler. Ekonomide bu yıl ki %7,5’lik hedefe erişmek, kredi dönüşlerinde sorun çıkmamsı için hemen tedbirler aldılar. Tedbirler firmaların (dolayısıyla bankaların) ödeme güçlüğüne düşmemeleri için parasal genişlemeyi de içeren bir paket. Ancak bu paketin kısa erimde borç sorunu ortada kaldırması mümkün değil. Borç sorunu azaltmanın yolunun daha yüksek oranlı büyümekten geçiyor, Çinlilerde bunu biliyorlar. Çin’in bu önlemlerle sorunu aşıp aşamayacakları henüz net değil. Ancak borç sarmalı ABD’yi, AB’yi, Japonya’yı ve yükselen ekonomileri içine almış durumda. Artık daha fazla borç, borçtan kurtulma haberleri duyacağız. Türkiye’de bu sarmalın içinde. Ancak sesi çıkmıyor. Daha sonra bunun üzerine gideceğim. Ancak sizi meraklandırmak için bir veri verelim: özel sektör döviz borcunun GSYH oranı 2010 yılında %18,9 iken, 2013 yılı sonunda %25,0’e çıkmış durumda. Ayrıntılar bir başka yazıya.