Başarı çıtasını nasıl yükseltiriz?
Sanırım herkes hatırlayacaktır, çok uzak olmayan bir geçmişte, serbest piyasa ekonomisinin dünya çapında rakipsiz kalmasına ve sosyalist modelin çökmesine rağmen, gelişmenin son aşaması olarak tanımlanan küreselleşmeye yaygın bir itiraz söz konusuydu. İtiraz büyük ölçüde küreselleşmenin teknolojiye ve sermayeye sahip gelişmiş ülkelerin dünyanın geri kalanını sömürmesinin doruk noktası olarak görülmesinden ve kısmen de dev ölçeklere erişen açgözlü sermayenin doğayı ve doğal kaynakları tahrip etmesinden kaynaklanıyordu.
Benim de kendimi daha yakın hissettiğim ikinci bir görüş ise küreselleşmenin yol açtığı riskler olmakla birlikte temel dinamiğinin tüketicinin çıkarları olduğu, bu nedenle insanlığın refahı ve küresel gelir adaleti yönünden olumlu tarafının çok daha ağır bastığı yolundaydı. Sistemin küresel finans krizinden sonra içine sürüklendiği belirsizlik ve şimdi ortaya çıkan gelişmeler, bir yandan küreselleşmeden en fazla hoşnutsuzluk duyanların gelişmiş batı toplumları olduğu gibi ilk bakışta şaşırtıcı bir sonucu ortaya koyarken, diğer yandan geniş tüketici kitlelerinin lehine bir çözüm üretemeyeceği için kalıcı olması beklenmeyen korumacı ve milliyetçi bir geçiş dönemi sonrasında dünya düzeninin köşelerini teknoloji, küresel şirketler ve ulus devletlerin oluşturduğu bir üçgen içinde nereye evrileceğini önümüzdeki yıllarda cevabı aranacak en önemli soru haline getiriyor.
Türkiye açısından da durumda pek yenilik yok: Şimdiye kadar jeopolitik avantajlardan ve dış konjonktürün sağlayacağı fırsatlardan yararlanma dışında toplumsal dinamikleri güçlendirme ve çıtalarımızı yükseltme bağlamında gösteremediğimiz performansın bundan sonraki seyrine bağlı her şey. Yani sorunlarımızla ve zaaflarımızla korkmadan yüzleşerek, avantajlarımızı ve önceliklerimizi gerçekçi bir şekilde belirleyerek, eylemlerimizi söylemlerimize uydurarak tasarladığımız politikaları kararlılıkla uygulamamıza...
Fazla teşvik ile gemi yüzdürme
Oysa görünen o ki biz, gemiyi kızağa çekip onarmakla değil, deliklerini tıkayıp yüzmesini sağlamakla uğraşıyoruz. Temel ekonomik göstergelerde gözlenen olumsuz seyir üzerine üst üste açıklanan vergi indirimleri, kredi kolaylıkları, diğer destekler ile hem düşen istihdamı ve üretimi, hem de tüketimi canlandırmaya çalışıyoruz. Ama bu arada kamunun üstlendiği yükleri arttırıp potansiyel gelirlerini azaltarak tek çıpamız olan mali disiplini tehlikeye atıyor, döviz kurlarındaki büyük dalgalanmaya ve enflasyondaki yükselişe rağmen gevşek para politikasında değişiklikten kaçınmaya çalışıyor, böylece durgunlaşan inşaat yatırımlarını ve konut satışlarını hızlandırmayı amaçlıyoruz. Bu arada, orta ve uzun vadede, ekonominin zaten sorunlu olan yapısal direncini daha da zayıflattığımızı, reel kesimin İSO Başkanı’nı bile panikleten kur kaynaklı bilanço riskini iyice azdırdığımızı göz ardı ediyoruz.
Uzunca bir süre ihmal ettiğimiz özel yatırım durgunluğu konusunda ilk attığımız adım da, her zamanki refleksimizle, yeni bir teşvik paketi oldu. Bu defa, evvelce yürürlüğe konmuş ve ancak kısmen sonuç alınabilmiş olan proje bazlı ve süper teşviklere ilaveten, “Cazibe Merkezleri Programı” adı altında yatırım yeri, bina yapımı ve taşınma için nakit desteklerini de içeren ve 23 ile yönelik olarak hazırlanmış bir proje söz konusu. Gümüşhane ve Bayburt ile birlikte Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden illeri kapsayan proje ile beklenen, yüksek dozlu ilaç tedavisinde olduğu gibi kısa sürede sonuç almak. Ne var ki sürekli düşüşte olan güven endeksleri, öngörülebilirlik noksanı ve hukuk sistemi kalitesi değişmeden sadece maddi desteklerle, üstelik istikrardan daha uzak bölgelerde birdenbire yatırım seferberliği başlaması pek kolay görünmüyor. Ayrıca teşviklerin fazlalaşması ve destek dozunun arttırılması, özellikle yabancı yatırımcılar açısından, yatırım ortamının temel unsurları yani öngörülebilirlik, karlılık, nitelikli işgücü, hukuk güvencesi bakımından olumsuz işaretler olarak da algılanabilir.
Zihniyet kilitleri
Aslında bana sorarsanız ülkelerin performanslarını etkileyen ya da yansıtan faktörler sadece nicelik ile de ilgili değil. Olaylara yaklaşım tarzını ya da başarı kriterlerini belirleyen zihniyet farklılıkları veya eğitim ve inovasyon gibi konulardaki kurumsal yetersizlikler üzerinde de durulması gerekiyor. Sözgelişi “ihracatta kilogram satış fiyatının arttırılması”, “marka yaratılması”, “ yüksek teknolojili ürün oranının arttırılması” gibi mottoları son yıllarda çokça konuşup sahiplenmekten hoşlanıyoruz da iş bu konularda ayrıntılı politikalar tasarlayıp ölçülebilir bir şekilde uygulamaya aktarmaya gelince hiçbirinde ciddi bir ilerleme sağlamadığımız anlaşılıyor. Bilişim ve İnovasyon üzerine ülkemizde son yıllarda yazılan makale, düzenlenen konferans seminer, fuar sayısı başka ülkeleri kıskandıracak düzeyde ama Birleşmiş Milletler‘ in “bilgi ve iletişim teknolojileri endeksinde” ki yerimiz son 10 yıl içinde 14 sıra gerileyerek 175 ülke içinde 70’inci sıraya oturmuş durumda. Öte yandan neredeyse Batı ile aynı anda girdiğimizi iddia ettiğimiz “sanayi 4.0” sürecinde başarı birebir bu endeksin yansıttığı kapasite ile ilişkili.
Turquality ile hiç değilse bir ölçüde başarı sağladığımız marka konusunda da zihniyet kilitlerimiz ve çıta düşüklüğümüz söz konusu. Uyanık ve atılgan bir restoran işletmecimizin bir el hareketinin eğlenceli bulunup internet popülaritesi kazanmasını markalaşma sayanların, üstelik eğitimsiz olmasını bir başka övgüye değer özellik addedip böyle insanlarımızın önünü açarsak bir dünya devi haline gelebileceğimizi iddia edenlerin yaygınlığını görünce bu çıta düzeyi ile gidebileceğimiz mesafenin fazla olmadığını düşünüyorsunuz. Bambaşka bir alanda, önemli bir banka yöneticisinin zaten önemli düzeye varmış olan konut kredilerini menkul kıymetleştirip hem içerde hem dışarda pazarlayarak bir koyundan üç post çıkarılabileceğini söylemesi de akla, gelişmiş batının 90’larda başlayan ve sonunda küresel krizi tetikleyen finans sihirbazlığının kaynağının da aynı olduğunu hatırlayıp hatırlamadığını getiriyor.
Ünlü bir komedyenimizin sloganlaştırdığı “eğitim şart” sözü tam da bu bağlamda önemli. Bütün nüfusuna kaliteli bir eğitim sunabilen ve bu kapsamda hem gelişmenin anahtarı olacak bilgileri ve değerleri, hem de bunları hayata aktaracak beceri setini kazandıran ülkelerin aynı zamanda milli gelir ve insani gelişme açısından en yukarıda olmaları da bu yüzden...