Bari istikrardan vazgeçmeyelim
Değişim ve reformlar konusunda isteksizliğimiz ve ağırdan almamız devam etse de hiç değilse mali istikrar konusunda artık hep birlikte bir ortak paydada buluştuğumuzu, bunu ekonomiyle ilgili bir kırmızı çizgi haline getirdiğimizi sanıyorduk. On yılı aşkın bir süredir konjonktür yönetiminde fazla yalpalamamızın, küresel krizi bile görece az bir hasarla atlatmamızın temelinde de bize göre bu vardı. Zaten kriz döneminin yerini almakta olan ve giderek yeniden şekillenen dünya dengelerinde şimdiye kadar bizim gibi ülkelerin işini kolaylaştırmış likidite ortamı da değiştiği için makro göstergelerde baş gösteren bozulma eğiliminin bizi daha da temkinli kılacağını varsayıyorduk. Ancak son haftalarda faiz ekseninde yarattığımız gerilimle konjonktür yönetimindeki kırmızı çizgimizden de vazgeçebileceğimizin sinyallerini verince kendi kendimize bir döviz krizi oluşturduk. Ne demeli, tıpkı bazı kişiler gibi bazı toplumlar da mazoşist olabiliyor, biz de bundan hoşlanıyoruz diye avunmak mümkün olsa keşke!..
Göstergeler kötüydü, şimdi ayrıca oynak
Ekonomik göstergelerde oynaklık fazlalaştığı ölçüde mali istikrardan uzaklaşmış oluyorsunuz. Biten yılın son çeyreğinde kapasite kullanımı, enflasyon, büyüme, istihdam ve döviz açığını gösteren uluslararası yatırım pozisyonu, tüketici ve reel kesim güven endeksleri gibi bütün göstergeler olumsuz işaretler vermişken yıl boyunca tedrici bir düşüş gösteren ama yine de geçmişteki birikime bir düzeltme olarak nitelendirilebilecek ulusal para değerinin yeni yılda sadece bir ay içinde yüzde 10'u aşan bir düzeyde azalması, sadece ekonominin genelinde değil firmalar bazında da hesapların yeniden yapılmasını gerektiren, üstelik bunu oldukça güçleştiren bir gelişme. Son yıllarda milli gelir içindeki payı sürekli azalış trendinde olan özel yatırım harcamalarının bu ortamda bırakın canlanmayı, mevcut düzeyini koruması bile imkansız. Kaynak açığını gidermek için zorunlu dış tasarrufların çekilmesi ise bundan da zor. Hem faizleri baskılayıp aynı zamanda döviz kurunu da sıçratarak giderek daralacak ve daha seçici olacak sermaye fonlarına gelmeyin der gibiyiz.
Üstelik yeni yılın ilk iki ayında ihracat ta geçen yılın aynı dönemine oranla geriliyor. Yani döviz kuru artışına rağmen. Demek ki hala çokça savunulduğu gibi sadece kur artışıyla ihracatı sıçratmak mümkün değil. Ayrıca yurtiçi üretimin maliyeti de ithal girdiler dolayısıyla döviz kuruna, hem de değeri en fazla artan ABD dolarına bağımlı. Hele hammadde, ara malı ve yatırım malı gibi ithali zorunlu kalemlerde ithalat bedelinin peşin ödenmesi de ayrı bir yük. Bunun sebebi de muhtemelen mal mukabili ithalata uygulanan KKDF. Oysa ihracatın bedelini malı gönderdikten sonra yani vadeli alıyoruz. Her türlü sorunu kurlarla, ya da faizlerle oynayarak çözebileceğimize olan inancımızı sorgulamamız ve piyasa dinamiklerinin diğer yönleri ile ilgili politikalar geliştirmemiz şart. Faiz konusunda da benzer durum söz konusu: Politika faizini belirlemekle piyasa faizini belirlemiş olmuyorsunuz.
Beklentiler daha da önemli
Piyasaların işleyiş kurallarıyla inatlaşmanın sonucu pek hayırlı olmuyor, olsa olsa üretim ve yatırım kararlarını caydırmış veya geciktirmiş oluyorsunuz. Öte yandan bugünkü gibi dolar lehindeki anormal parite gelişmeleri, sadece fon akımlarını değil, ticaret hacimlerini de daraltan, dolayısıyla ekonomiyi canlandırmak isterken tam tersine durgunluk eğilimini güçlendiren sonuçlara yol açıyor. Kaldı ki kronik cari açık veren ve toplam dış borcu yüksek olan bir ülkede döviz kuru artışının krize yol açma potansiyeli en yüksek parametre olduğunu kestirmek için uzun uzadıya analizlere de ihtiyaç yok.
Döviz fiyatlarının mevcut düzeyi kadar, bundan sonraki muhtemel seyrine dair beklentiler de çok önemli. Siz eğer bu konuda öngörülebilir bir ortam sağlayamıyor, aksine bu konudaki yetkili kurumunuza güveni zayıflatıyorsanız, beklentilerin daha da kötüleşmesi ve ulusal paradan kaçış refleksinin karar birimlerine yaygınlaşması ihtimali büyür. Bu da yıllardır unutmaya başladığımız döviz krizleri ile yeniden tanışmamıza yol açabilir.
Bir anı, bir tehlike
Aslında hükümette şimdiye kadar mali istikrar ve konjonktür yönetimi konusunda piyasalara ve küresel yatırımcılara verdiği güvenin sarsılabileceği tehlikesinin farkında olmalı ki yatırımcıları ikna toplantıları düzenliyor. Ancak işinin eskiye oranla daha zor olduğu açık. Kriz öncesi parlak zamanlarda dahi sadece iyi taraflarınızı anlattığınızda, yabancı yatırımcılardan itiraz edenler ve yapısal tıkanıklıkları hatırlatanlar oluyordu. Hiç unutmam, yıllar önce Devlet Yatırım ve Tanıtım Ajansı'nın Chicago’da katıldığım bir toplantısında ajansın yetenekli ilk başkanı Alpaslan Korkmaz'ın parlak sunumundan etkilenen bir Amerikalı yatırımcı, anlattığı sunumun kendi bildiği Türkiye ile tam da örtüşmediğini deneyimleriyle ifade etmiş, Başkan da kıvrak zekasıyla "benim görevim olumlu gelişmeleri ve değişiklikleri sizlere sunmak, eksiklikleri Adnan Bey anlatacak" demişti.
Benim kaygım, artık zamanı geçiyor, sıra mecburen yapısal zaaflarımıza geldi derken yeniden 2000 öncesi günlerini anımsatan kısır konjonktür tartışmalarında enerjimizi tüketme riski. Bundan kaçınmayı başaramaz ve zaten bir süredir tavsattığımız asıl reform gündemine dönemezsek, bu gidişle mevcut durumumuzu da arar hale gelebiliriz. En kötüsü de, her ikisinin de kıtlığını çektiğimiz en hayati iki üretim faktöründe, yani sermayede ve nitelikli işgücünde yurt dışına kaçışın hızlandığını görebiliriz. Refah farkından dolayı değil, istikrar ve verimlilik farkından dolayı. Olmaz demeyin, bizden çok daha zengin olmalarına rağmen Güney Avrupa ülkelerinden bile kuzey ülkelerine öyle bir yöneliş var. Dünya artık çok küçük...