Bankalar kredilerini artırmaya mecbur

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

Bilindiği gibi Merkez Bankası geçtiğimiz ay "finansal istikrarın korunmasını" fiyat istikrarının sağlanması yanında ikinci bir asli hedef olarak belirledi. Akabinde, finansal istikrarı tehdit eden en önemli unsurun cari açık olduğunu, cari açığın da yurtiçi kredilerdeki artışa paralel olarak artığını gösteren bir analiz yayınladı. Doğal olarak, bu analizin vardığı sonuç bankaların kredi büyümesinin cari açığı kontrol altına almak için sınırlanması gerektiği idi. Nitekim, bu analiz yayınlandıktan bir hafta sonra MB TL munzam karşılıkları 1 ile 2 puan arası artırarak bankaların kaynaklarını 7.2 milyar TL kadar daralttı. Ayrıca, eş zamanlı olarak, Hükümet "telkin" adında yeni bir faiz-dışı araç geliştirerek bankaların bu seneki kredi büyümelerini %25 ile sınırlandırmasını istedi. (Tobin vergisi gibi sıcak paraya konulabilecek vergileri serbest piyasa anlayışına ters düştüğü gerekçesiyle reddeden bir İdare'nin "telkin" yöntemi ne kadar serbest piyasa anlayışına uygun, oldukça tartışmalı tabii.)

Öncelikle, Merkez Bankası'nın "her %5'lik kredi artışı cari açığı milli hasılanın %2.1'i kadar artırır" şeklindeki analizinin oldukça afaki olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir denklemin içinde kredi hacmi dışında, kredinin mutlak seviyesi, reel kur seviyesi ve faizler gibi başka değişkenlerin de yer alması gerekir. Nitekim, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, kredilerin artışının %25'de sınırlanmasının "bugünkü konjonktürde" cari açıkta istenilen daraltmayı yaratması oldukça zor. 2010'da toplam krediler %30 civarında bir artış gösterdi. Ancak unutmamak gerekiyor ki, bu artışta baz etkisinin de önemi var çünkü kriz yılı olan 2009'daki kredi artışı sadece %7 idi (reel bazda artış sıfıra yakın!). Ayrıca bu sene döviz kredilerindeki artışın önemli kısmı 2009'daki kanun değişikliğiyle bankaların yurtiçinden kredi kullandırma şartlarının gevşetilmesi sayesinde oldu. Kısacası, baz senesi olmasına karşın 2010'daki gerçek artış %25 civarında. Bu artışla birlikte kredilerin mutlak seviyesi olan milli hasılaya oranı da %42'den %48'e çıktı. Öte yandan reel faizler sene içinde önemli oranda geriledi. Ayrıca reel efektif döviz kuru da 2010 sonunda 2009'a göre %10 civarında artmış vaziyette. Kısacası, "kredi artışı - cari açık" denklemini menfi yönde etkileyecek diğer parametrelerde önemli değişiklikler söz konusu. Hesaplarıma göre %25'lik bir kredi artışı cari açığı milli hasılanın %8'ine çıkarabilir. Bu rakam Merkez Bankası hedefi olan %5.4'ün ve uluslararası normlara göre tehlike sınırının çok üzerinde.

Finansal istikrarın sağlanabilmesi için kredi artış hızının daha da aşağıya çekilmesi gerekebilir. Peki, beklendiği gibi zorunlu karşılıkların artırılması, kredi artışını sınırlayıcı bir etki yaratabilir mi? Hayır. Aksine artan her zorunlu karşılık oranı bankaların kârının azalması anlamına geliyor. Bu da aslında bankaların kârlılıklarını korumak için kredilerini daha da artırmalarını teşvik etmekte. 2010'da %5 civarında gerçekleşen bankaların net faiz marjı 2011'de %4'e düşse bile 125 milyar TL artacak olan kredilerden yaklaşık 5 milyar TL kadar ek brüt kâr elde edecekler. Hangi banka yöneticisi böyle bir fırsatı geri çevirebilir ki?

Bu bağlamda, kilit bir soru bankaların 125 milyar TL kredi artışı için gereken kaynağı nereden elde edecekleri sorusu. TL kaynaklar mevduat artışı, bono portföyünün azalması, kâr birikimi ve piyasadan borçlanma yoluyla yaratılabilir. Özellikle Merkez Bankası'nın politika faizlerini düşürmesi (ve düşürmeye devam edeceğinin işaretini vermesi) repo yoluyla fonlamayı oldukça cazip kılmakta. Her ne kadar, bir haftalık bir kaynakla bir senelik bir kredinin fonlanması ciddi bir vade uyuşmazlığı ve yapısal faiz oranı riski yaratsa da, böyle bir stratejinin önünde herhangi bir kanuni engel yok. (Bu konuda tek sınırlama olabilecek likidite oranında ise Türk bankaları kanuni limitin %150 üzerinde).

Döviz kaynaklarına gelirsek, ben bu kaynağın bulunmasının önemli bir sorun teşkil edeceğini düşünmüyorum. (Tabii, yabancı sermayeli ve/veya yurtdışı ilişkileri kuvvetli bankaların bu konuda önemli bir avantajı söz konusu.) Yeni döviz kaynakları herhangi bir kur riski doğurmadan doğrudan döviz kredisi olarak kullandırılabilir. Ancak, burada hem talep sınırlı, hem de kâr marjı düşük. Bankaların tercihi ise bu kaynakların TL olarak tüketici ve konut kredisi olarak kullandırılması. Burada ise son günlerde adı sık sık geçen "swap" enstrumanı devreye giriyor. Swap sayesinde bankalar elde ettikleri döviz kaynaklarını 10 yıl vadeye kadar TL'ye çevirebilmekte. Swap faizlerinin düşmüş olması da bu enstrumanı çekici kılan bir başka faktör. Öte yandan, bankaların swap işlemlerine bazı sınırlamalar getirileceğinden söz edilmekte. Ancak swap kendi başına bir kaynak değil, sadece kaynağın para birimini değiştiren bir enstruman olduğu için böyle bir uygulama çok zor. Burada radikal bir tedbir olarak Yabancı Para Net Genel Pozisyonu hesaplamasında swap işlemlerinin dikkate alınmaması gündeme getirilebilir. Ama halihazırda bankaların bilanço içi döviz pozisyonunun 18 milyar dolar kadar açık verdiği dikkate alınırsa, böyle bir tedbirin finansal dengeleri ciddi şekilde bozucu bir etkisi olabilir.

Sonuçta 2011 yılına ilişkin bugüne kadar ortaya konulan ekonomi politikası, bu sene bankaların kredilerini bulabildikleri kaynaklar kadar artırmasını zorunlu kılmakta. Aksi şekilde davrananlar, yarışta geri kalacaklar ve hem kârlılıklarından, hem de piyasa paylarından feragat etmek zorunda kalacaklardır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019