Bankacılar gidişattan memnun mu?...
Hukukta geçerli bir kural vardır: “Yargıçlar kararlarıyla konuşurlar”.
Bankacılar da deyim yerinde ise rakamlarla konuşurlar. Gerçekten de bankacılar adeta rakamlarla iç içedirler. Bu rakamları ezberlerler, yorumlarlar, ama ulu orta konuşmazlar. Hatta biraz da iyimser olmayı yeğlerler. Geçenlerde bir büyük bankanın genel müdürü ve ekibi ile yaptığımız dar kapsamlı bir toplantıda da benzer bir tavrı görmüştük. Konu bankacılar olunca onların bu ekonomik gidişattan memnun olup olmadıkları konusunu ele alalım dedik.
Bunun için biz de öncelikle bazı bankacılık rakamlarına bakmak istedik. Bu rakamları TÜSİAD’ın “2016 Yılına Girerken Türkiye ve Dünya Ekonomisi” adlı raporunun ekinden aldık.
Parasal sektör ve bankacılık kesiminin özet tablosu aşağıdaki gibi.
Yukarıdaki tablonun kısa ve öz yorumu şöyle:
- Bankaların toplam aktifleri 1 trilyon liradan yaklaşık 2.4 trilyon liraya yükselmiş. Yani 5 yılda bir kattan fazla neredeyse bir buçuk kat artmış.
- Toplam aktiflerin GSYH oranı da 2010 yılında yüzde 91.6 iken 2014 yılı sonunda yüzde 114’e yükselmiş.
- Bu yıllardaki banka aktiflerinin artış oranı GSYH artışının üzerinde olmuş. Bankalar aktif varlıklarını artırmış.
- 2010-2015 arasında bankaların verdiği toplam kredi tutarı yaklaşık 2 kat artış göstermiş. Bankaların aktif artış performansının üzerinde kredi artışı gerçekleşmiş ve 526 milyar liradan neredeyse 1.5 trilyon liraya yükselmiş.
- Bankaların tüketici, taşıt, konut kredilerini bu kapsamda düşündüğümüzde söz konusu artışın nerelerden kaynaklandığı daha iyi ortaya çıkıyor.
- Toplam kredilerdeki artış paralelinde toplam mevduatın artmadığı anlaşılıyor. Şöyle ki bu süre içerisinde toplam mevduatların TL olarak bir kat artmış ve 1.2 trilyon liraya ulaşmış olduğu görülüyor.
- Demek ki; bankalar kredi artışını mevduatlarla değil, kendi buldukları ağırlıklı yurt dışı kaynaklarla ve biraz da öz kaynaklarıyla karşılamış durumdalar. Açıkçası bankalar borç almışlar ve borç vermişler.
- Bu durum da ülkenin tasarruf oranının ne kadar yetersiz olduğunu gösteriyor. Gerçekten Türkiye’de tasarruf oranının yetersizliği çok ciddi bir sorun olarak devam ediyor. Hala yüzde 15-16’larda seyreden ve ciddi bir artış göstermeyen tasarruf oranı ile neredeyse yüzde 50’lere ulaşan tasarruf oranına sahip Çin gibi ülkelerle yarış etmek hayal bile değil.
- Gelelim takipli alacaklar konusuna… Takipli alacaklar toplam kredilerin yüzde 3’ü dolayında seyrediyor. Yani her 100 liralık alacağın sadece 3 lirası takibe alınıyor.
- Bu yüzde 3 oranının düşük olmasının iki büyük nedeni var. Birincisi bizim insanımızın borç ödemede gösterdiği hassasiyet, ikincisi de bireysel kredi tutarlarının düşük olması nedeniyle takipli alacak tutarının da düşük olması.
- Ancak; takipli alacakların oranı çok yüksek olmamakla beraber 2014 yılından 2015 yılına artış hızı yüzde 30 olmuş. Son ekonomik gelişmelerin takipli alacak tutarında artış yarattığı anlaşılıyor.
Bu rakamların dışında bankaları ilgilendiren iki önemli gelişme var.
Birincisi, sermaye yeterliliği rasyosu. Bu rasyonun, 2001 bankacılık reformu ile beraber yüksek tutulmasına bağlı olarak 2010 yılında yüzde 20 bandına yaklaştığı ve 2015’de de yüzde 15’ler düzeyine gerilediği anlaşılıyor. Mevzuata göre her 800 lira kredi için en az 100 lira öz kaynak konulması zorunluluğu, batılı bankalar karşısında rekabet eşitsizliği yaratıyor. Ancak; Türk bankacılığının da bu süreçte söz konusu çıpa ile güçlendiği herkesçe biliniyor ve hatta takdir ediliyor. Açıkçası sermaye yeterliliği rasyosunun zaman içerisinde azalması bankalar üzerindeki öz kaynak baskısını azaltıyor. Dolayısıyla bankacılar için kötü bir şey değil.
İkincisi ve önemlisi bankaların öz kaynak kârlılığı konusu. Bankaların öz kaynak karlılığının pek çok sektöre göre yüksek olduğu biliniyor. Ancak; bu karlılık oranı 2010 yılında yüzde 16’nın üzerinde iken 2015 yılında yüzde 10’nun altına düşmüş durumda. Yani bankacılığın tatlı karlılığı 5 yıl içerisinde ciddi düşüş sergilemiş.
Bankaları asıl düşündüren konu bu. Yetmiyormuş gibi Basel Kriterleri baskısı var.
Dolayısıyla bankaların resmi söylemleri daha iyimser olmakla beraber; bu sonuçlara ve ekonomideki gelişmelere göre gayri resmi söylemleri daha kötümserdir.