Aydın Boysan Vehbi Bey’in “Yürüyüş Takımı"nda idi
Aydın Boysan öldü. Geride çok tatlı hatıralar bıraktı. Kalıcı eserleri, yazdıkları. Kalıcı olması gereken eserleri çizimini yaptığı binalar.
Ne var ki çizimini yaptığı binalar teker teker yıkılıyor. İlk binalarından Eczacıbaşı Fabrikası ve Yönetim Binası yıkıldı, yerine Kanyon Alışveriş Merkezi yapıldı. Çok sevdiği Basın Ekspres Yolu’ndaki Hürriyet Binası yıkıldı. Yerine Nurol Alışveriş Merkezi, iş merkezi ve rezidansları yapıldı.
Karamürsel’deki İpek Kağıt Fabrikası, Gebze’deki Nasaş Fabrikası, Orhangazi’deki eski Döktaş Fabrikası, Sütlüce’deki ve Çayırova’daki Arçelik Fabrikaları onun eserleridir. Aydın Boysan’ın yıllar önce Sütlüce’de ilk Arçelik Binası’nı yaparken Vehbi Koç ile başlayan dostluğu, Vehbi Koç ölünceye kadar devam etti. Vehbi Koç’un ünlü ”Yürüyüş Takımı” üyesiydi. Vehbi Koç’un her hafta sonu Belgrat Ormanları’nda yürüyüş yaptığı takımda, Aydın Boysan’dan başka Dr. Gürbüz Barlas, Ayduk Koray, Beyti Güler de vardı.
Aydın Boysan “içki düşkünlüğünü abartması, mizahi anlatıma dönüştürmesi ile tanındı”, ama mesleğini ciddiye alan, başarılı bir mimar, iyi bir entelektüeldi.
İstanbul’daki değişimi çok iyi anlatan bir yazısını okuyucularıma aktararak Aydın Boysan’a “Allah’tan rahmet” diliyorum.
Aydın Boysan diyor ki; ”Ben Sıraselviler’in selvilerini görmedim, ama Şişli Sıracevizler’in ceviz ağaçlarını, bilirim. Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu, bilirim. Şimdi Taksim’de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu, bu kışla avlusunda İstanbul’daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim... Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul’da yaşamanın rahatlığını, şehrin her yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini, bilirim.
İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını bilirim. Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak bile bir milyonu aşmadığını, bilirim. Şimdi artık Gebze’den Büyükçekmece’ye kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun on beş milyonu aştığını bilirim.
İstanbul nüfusunun, eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü bilirim. Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu, her aşçıda elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri olduğunu bilirim. Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden 7.5 kuruş, et yemeklerinin 12.5 kuruş olduğunu bilirim. Topkapı Surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu bilirim.
Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam. At kuyruğu kılından olta yapmayı bilirim. Samatya’dan kürekle Ahırkapı’ya girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.
Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim. Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya’da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını bilirim. Bu nedenlerle, İstanbul’un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.
İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul’da kebap istilası yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini: 1- Kebaptan önce, 2- Kebaptan sonra olarak ikiye ayırdığımı unutmam.
Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve insanlara karşı bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir sıfat aranması gerektiğini bilirim.