Avrupa'nın resesyonu ve yüksek petrol fiyatları Türkiye için tehdit
Avrupa'da süregelen kriz ekonomi medyasının manşetlerini fazlasıyla meşgul etmeye devam ediyor. Aslında sorunun zamana yayılarak "finansal baskılama" yöntemiyle çözüme kavuşacağı açık. Ancak Almanya ve diğer tutumlu Kuzey Avrupa ülkelerinin "müsrif" olarak gördükleri Güney ülkelerini fazlasıyla sıkı maliye politikaları uygulamaya zorlama konusundaki kararlı tutumlarının bu ülkelerdeki resesyonun boyutlarını artırarak toparlanma sürecini geciktirdiği de ortada. Sonuçta, eğer euro ve hatta AB ideallerinin devam etmesi isteniyorsa, Almanya'nın ortak Avrupa bonolarının ihracına yeşil ışık yakması şart. AMB'nin piyasalara sonsuz likidite vermesinin Lehman benzeri bir iflası ve Avrupa bankacılık sisteminin çöküşünü önlemiş olduğu muhakkak. Ancak, artık sadece likidite verilerek Avrupa'nın toparlanamayacağının da anlaşılmış olması gerek. Ortak bono ihracı dışında EFSF'nin güçlendirilmesi, İMF'nin de yüksek bütçeli bir fonla destek vermesi gündemde. Bütün bunlarla birlikte, bence Avrupa bankalarının sermaye artırımı konusundaki Haziran deadline'ının ertelenmesi ve sermaye artırım takviminin daha uzun vadeye yayılması da elzem.
Nihayetinde, "euro"nun bir para birimi olarak devam etmesi, bazı hesaplamalara göre (bugüne indirgenmiş nakit akımlarına göre) 2-3 trilyonluk bir değer ifade ediyor. Bu ne kolay kolay vazgeçilecek bir değer, ne de yabana atılabilecek bir meblağ. Salt bu nedenlerle bile, euro'nun sonu hikayelerine fazla kulak asmamak gerekiyor.
Bu ortamda bizim açımızdan ise başlıca iki tatsız durum söz konusu. Birincisi, AB ülkelerinin sadece bu yıl değil, daha oldukça uzun bir süre düşük bir büyüme artışı gösterecek olmaları nedeniyle ihracatımızda önemli bir handikap yaşayacak oluşumuz. Her ne kadar, örneğin Şubat ayında toplam ihracatımız %17 oranında artarken, AB ülkelerine olan ihracatımızın toplam ihracat içindeki payı 2011 ortalaması olan %46.2'den %41.9'a düşmüş olması olumlu bir gelişme olarak görülse de, bardağın boş tarafına bakarak, bu dönemde AB'ye potansiyelimizin altında ihracat yapmak zorunda kaldığımızı söyleyebiliriz. Ayrıca, AB'ye olan ihracatımızdaki azalışı telafi eden ana ülke grubunun Afrika ülkeleri olduğunu dikkate aldığımızda, ihracat bileşkemizin katma değeri daha düşük ürünlere kaymakta olduğu da rahatlıkla iddia edilebilir. (Bu arada son TİM kayıtlarına göre Nisan'da toplam ihracatımız da geçen senenin aynı ayına göre gerilemiş gözüküyor.)
İkinci tatsız durum ise tabii ki, yüksek seyretmeye devam eden petrol fiyatları. Normal şartlarda, gelişmiş ülkelerin büyüme hızındaki azalmanın petrol fiyatlarını azaltıcı bir etkisi olması beklenir. Ancak, hem herkesin malumu olduğu arz kaynaklı sebeplerden, hem de Çin ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin petrol talebinin ciddi miktarda artış göstermeye devam ediyor olması nedeniyle fiyatlar yüksek düzeylerde seyrediyor. Bazı tahminlere göre, petrol üretiminin senede %0.9 oranında artması durumunda bile, petrol fiyatlarının önümüzdeki 10 senede bugünün 2 katına çıkması mümkün. Aslında böyle bir artış Dünya'nın ortalama milli hasıla büyüme hızını sadece %0.2 kadar düşürecek çünkü küresel olarak bakıldığında söz konusu olan petrol ithalatçılarından petrol ihracatçılarına bir gelir transferi. Ancak, böyle bir durum bizim gibi petrol bağımlısı ekonomileri çok kötü bir şekilde etkileyecektir.
Bu bağlamda, belki İMF'nin 2012 ve 2013 yıllarında Türkiye için öngördüğü %2.3 ve %3.2'lik büyüme hızları aşırı pesimist görülebilir ancak Türkiye'nin bugünkü veriler ışığında, orta vadede, değil son 2 yılda yakaladığı anormal yüksek büyüme hızlarını, 2002-2011 yılları arasında yakaladığı %5.5'lik ortalama büyüme hızını tutturması bile başarı olabilir.