Avrupa'da borç salgınından sonra, şimdi de popülizm salgını

DİDEM ERYAR ÜNLÜ
DİDEM ERYAR ÜNLÜ YAKIN PLAN [email protected]

"Avrupalı hükümetler, aşırı sağa ait görüşlerle flört ederek, bir yandan gerilimi artırırken, diğer yandan, 'halk' ve 'elitler'; 'halk' ve 'yabancılar'; 'halk' ve dünyanın geri kalanı arasındaki mesafenin son derece radikal bir boyuta ulaşmasına yol açıyorlar."

Jimmie Akesson, Geert Wilders, Heinz Christian Strache, Pia Kjaersgaard, Siv Jensen, Timo Soini, Marine Le Pen...

Hepsi genç, hepsi karizmatik, hepsi küreselleşmeye, göçe ve islama karşı.

İslamın, kendi değerlerini ve kültürlerini tehdit ettiğine inanıyorlar. Avrupa'nın çok liberal, çok açık, çok pahalı, çok federal olduğunu düşünüyorlar. Hatta bazıları eurodan çıkışı bile savunuyor.

Yabancıları sevmeyen, Avrupa Birliği'ni desteklemeyen milliyetçi partiler, Avrupa'nın her yerinde hızla yükseliyor ve 1970 yılından bu yana seçmen sayıları dikkat çekici bir şekilde artıyor.

Bugün Avrupa'nın 18 ülkesinde 27 popülist parti var. İtalya ve İsviçre'de bu partiler hükümet koalisyonunda yer alıyor. 14 ülkede ise parlamentoda sandalyeye sahipler.

Haziran 2009'da gerçekleşen Avrupa seçimlerinde, Hollanda, Belçika, Danimarka, İngiltere, Macaristan, Avusturya, Bulgaristan ve İtalya olmak üzere sekiz AB ülkesinde, aşırı sağcı partiler iki haneli sonuçlara ulaştılar.

Finlandiya, Romanya, Yunanistan, Fransa ve Slovakya'da ise aşırı sağcı partiler, oyların yüzde 5 ila 10'una sahip oldular.

Nisan 2010'da, Berlusconi'nin koalisyon ortağı Kuzey Birliği Partisi, İtalya'nın en zengin iki şehri bölgesi Veneto ve Piemont'da seçimlerin galibi oldu. Macaristan'da milliyetçi Jobbik partisi oyların yüzde 16.7'sini alarak, ülkenin en büyük üçüncü partisi konumuna yükseldi. Haziran ayında Hollanda'da Geert Wilders'in Özgürlük Partisi seçimlerde inanılmaz bir yükseliş sergileyerek, varlığını üç kat artırdı.

Peki, bu aşırıcılık ateşinin tüm Avrupa'yı sarmasının nedenleri ne?

Ekonomik mi psikolojik mi?

2007 yılından bu yana tüm batı dünyasını sarsan ekonomik ve finansal kriz sonrasında, kapitalizme ve mevcut hükümetlere net bir tepki gösterilmesi şaşırtıcı değil.

Brüksel Üniversitesi Siyaset Profesörü Pascal Helwitt, Les Echos gazetesinde yer alan görüşlerinde, bu gelişmenin ekonomik ve sosyal temelleri olduğunu ifade ediyor ve Avrupa genelinde gerçekleşen anketlerin sonuçlarına dikkat çekiyor. İşsizlik ile yabancı düşmanlığının paralel bir artış sergilemesi ortaya çıkan en somut göstergelerden birisi.

Bir başka siyaset profesörü Jean-Yves Camus ise, psikolojik etkenlerin ekonomik etkenlerden daha güçlü olduğunu savunuyor. İsviçre, Danimarka, Hollanda, İsveç veya Avusturya gibi krizden etkilenmeyen ve ekonomik refahın devam ettiği ülkelerde de popülist partilerin yükselişte olması; ya da İzlanda, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi krizden ciddi şekilde etkilenen ülkelerde, hiçbir sağcı partinin yükselişe geçmemiş olması, Camus'nün görüşünü destekler nitelikte.

Gerileme korkusu, kimlik sorunu

"Sosyal statüleri ne olursa olsun, seçmenlerde çöküş, gerileme, fakirleşme hissi mevcut. Bu noktada etkileyici unsur sınıf düşme korkusu" yorumlarında bulunan Camus gibi düşünen bir başka isim de Robert Schuman Vakfı uzmanlarından Magali Balent.

Balent'e göre sorunun temeli konjontürel nedenler değil. "Popülist partilerin yükselişi, küreselleşme sürecinin başlattığı yapısal sorunlardan kaynaklanıyor" diyen Balent, ekonomilerin serbetleşmesi, göç hareketlerinin hız kazanması ve çok kültürlü toplumların oluşmaya başlaması ile birlikte, kimlik sorununun ortaya çıktığını söylüyor.

Balent'in yorumları ilginç: "1970'li yıllarda, Avrupa Birliği aşırı sağ hareketin düşmanı değildi. Sağ hareket, komünist harekete karşı bir tür engel olarak değerlendiriliyordu. Fakat 1990'lı yıllardan bu yana, Avrupa, entegrasyonu, ulusal para birimlerinden vazgeçecek boyutta ileri götürdü. Sonsuza dek büyümeye hazır, kozmopolit, çok kültürlü Avrupa, bugün, kapitalizmin uygulayıcısı olarak değerlendiriliyor. Milliyetçi-popülist partiler ise, Avrupa toplumlarının gerçek kimliğini korumayı öneriyor."

İslam endişesi

Avrupalı siyasetçiler görüşlerini çok net bir dille ortaya koyuyorlar. Örneğin İsveç Demokratları lideri Jimmie Akesson, "İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, müslümanlar İsveç için en büyük tehdidi oluşturuyorlar" ya da "Göçün finansmanına son vermezseniz, emeklilik finansmanına son vereceksiniz" gibi yorumlarda bulunuyor.

Fransa'da aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisi Genel Başkan Yardımcısı Marine Le Pen, "devletin dolaylı ya da dolaysız cami inşaatlarına destek vermemesini" istiyor ve bunu dile getirirken "Kendi ülkelerinde din ve ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermeyen Müslüman ülkelerin, Fransa'daki camilerin inşaatına da destek vermelerinin engellenmesi gerektiği" sözlerini kullanıyor. Fransa'daki kamuoyu yoklamalar da, Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağın oylarını artırdığını ve genel seçimlerin ilk turunda yüzde 17 oranında oy alacağını ortaya koyuyor.

Hollandalı PVV partisinin liderli Geert Wilders, ülkesinde "çok hızlı islamlaşma" olduğunu ifade ediyor ve Kur'an'ın yasaklanmasını istiyor. "Benim kültürüm, islam kültüründen daha iyi. Bizde tüm insanlar eşit" yorumlarında bulunan Wilders'in parti programının en etkili başlıklarından birisi ise göç hareketinin yarı yarıya azalacak olması.

En fazla göç Avrupa'ya

Avrupa Birliği, 3.5 milyon kişi ile, dünya genelinde yasal olarak en fazla göç alan kıta konumunda. Bu nedenle, etnik dengeler konusu, ulusal siyaset tartışmalarının temelinde yer alıyor. Avrupa'nın yabancılara yönelik iki karşılama politikası olarak değerlendirilen çok kültürlülük ve entegrasyon, yeterince başarılı olmuş değil.

Paris Siyasi Araştırmalar Enstitüsü Avrupa Araştırmaları Merkezi Direktörü Nonna Mayer, "Bu partiler demokrasi maskesi takarak islama saldırıyorlar. Hoşgörüsüz olarak tanımladıkları bir dine karşı, kadınların haklarını koruduklarını iddia ediyorlar" diyor.

Avrupa genelinde aşırı sağcı hareket, laiklik, sosyal sigorta, azınlıkların korunması gibi konulara odaklanırken, etki alanı olarak geleneksel sağı geride bırakmaya başlıyor. İtalya'da Kuzey Birliği Partisi'nin göç politikalarını ciddi boyuta etkilemesi; İsviçre'de UDC partisinin referandum yoluyla minare inşaatını yasaklaması; Danimarka'da göçmen kabul şartlarının sıkılaştırılması; Fransa'da Sarkozy, hatta Almanya'da Merkel hükümetlerinin göç konusuna daha fazla odaklanıp, çok kültürlülük kavramının başarısızlığa uğradığını gündeme getirmeleri de,  bu durumun somut örnekleri.

Daha ilginç olanı, popülist salgının dünyanın en eski parlamenter demokrasisi İngiltere'ye bile yayılmaya başlaması. Göçmenlere karşı en misafirperver ülkelerden İngiltere'de, Başbakan David Cameron, bundan bir süre önce, son yıllarda yaşanan büyük göç oranlarının ülke genelinde ciddi gerilimlere yol açtığını dile getirmişti.

Dışarıya kapanmak ve kendi kimliğini korumak, ya da, vatandaşların gerçek sıkıntılarını çözmeye çalışmak... Yaşlanan ve yaşlandıkça da daha fazla korkmaya başlayan Avrupa bu endişeler arasında sallanıp duruyor. Siyaset Profesörü Thierry Chopin, insanların kimlik duygusuna, bir topluma ait olma duygusuna ihtiyaç duyduklarını kabul ediyor. Avrupa genelinde bu duyguların yeniden oluşturulması gerektiği doğru. Fakat Chopin şu konuda uyarmadan edemiyor: "Hükümetler aşırı sağa ait görüşlerle flört ederek, bir yandan gerilimi artırıyorlar, diğer yandan, 'halk' ve 'elitler'; 'halk' ve 'yabancılar'; 'halk' ve dünyanın geri kalanı arasındaki mesafenin son derece radikal bir boyuta ulaşmasına yol açıyorlar."

Aşırı sağ partilerin son seçimlerde aldıkları oy oranı (%)

İsviçre Demokratik Merkez Birliği (UDC) %29

Norveç Gelişim Partisi (FRP) %22.9

Fransa Ulusal Cephe Partisi (FN) %17.8

Macaristan Jobbik %16.7

Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) %15.6

Hollanda Özgürlük Partisi (PVV) %15.5

Danimarka Halkın Partisi (DF) %13.8

İtalya Kuzey Birliği Partisi %12.7

Finlandiya Gerçek Finlandiyalılar Partisi %9.8

Belçika Vlaams Belang %7.8

İsveç İsveç Demokratları (SD) %5.7

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar