Atılan taş, vurulan kuş ve Hırvatistan
Attığınız büyük bir taş okyanusta bir kum tanesinden fazla etki yaratmaz, ama küçük bir çakıltaşı bile ufak bir havuza düşse yüzeyini bir an dalgalandırmaya yeter. Balkanlar ile Güneydoğu Avrupa arasında yerini bulmaya çalışan Hırvatistan’da Türkiye’nin çabalarını ikinci örneğe eşleştirmek mümkün.
Burası küçük, güzel ve -ekonomik politik tablosuna bakınca- hüzünlü ve yalnız bir ülke. Kendi ayağına vurduğu prangalar ve “içe kapanık” politikalar yüzünden, kalkınma yolunda koşar adım gideceği yılları ağır aksak yürüyerek arşınlıyor.
Türkiye tüm Balkan coğrafyasında olduğu gibi Hırvatistan’da da aktif olma çabasında. Siyasi açıdan dengeler farklı olsa da, ekonomik-sosyal ve kültürel açıdan oldukça aktif olduğumuz söylenebilir. Nüfusu 4 milyon civarında olan, ekonomik durgunluk yüzünden diğer AB ülkelerine beyin göçü veren, turizm dışında dişe dokunur pek geliri olmayan Hırvatistan’da yüz milyonlarca euroyu bulan yatırımları ile Doğuş Grubu’ndan Kentbank’a, az ama ülke ekonomisinde “iri” sayılabilecek yatırımcılarımız var. Diğer yandan, artık gelenekselleşen Türk Filmleri Haftası dahil, Yunus Emre Kültür Merkezi’nin aktiviteleri, başkent Zagreb'in sosyal yaşamında hayli ses getiriyor.
İşte yazının girişinde vurgu yaptığım etki meselesine dönersek, “atılan taş ve vurulan kuş” bakımından Türkiye hayli iyi durumda. Geçen hafta, arife günü Zagreb’de Hırvat Müslümanları Müftüsü Aziz Hasanoviç’in verdiği iftar yemeği bunun canlı örneklerinden biriydi. Dünyanın şu en hiç hilafsız “en güzel devlet başkanı” olan Bayan Kolinda Grabar-Kitaroviç ile Başbakan Andrey Plenkoviç, bu iftar yemeğinde yan yana oturdular. Şehrin en gözde oteli Esplanade’nin, bir zamanlar Orient Express’in kalburüstü yolcularını ağırladığı tarihi salondaydı yemek. İki lider kamera ordusunun karşısında otururken, arkalarında ise Türk bayrağı vardı! Çünkü Hırvatistan’ın tüm elitlerini buluşturan bu önemli yemeğin sponsorluğunu TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) yapmıştı.
Masada yanımda oturan bir Hırvat işadamı, kulağıma hararetle şunları anlattı: “Devlet başkanımız ve başbakanımız bu aralar kavgalı... 2020’de Hırvatistan AB Dönem Başkanı olacak. Başkanlık koltuğuna kim oturacak kavgasına tutuştular. Bu yüzden geçen hafta ciddi kriz yaşandı. O krizin ardından ilk kez aynı masada buluşuyorlar ve bakın ne tesadüf ki bunu Türk bayrağının önünde yapıyorlar. İlginç değil mi?”
Onun bu vurgusunda bir “abartı” görsem de, yapılan tüm konuşmalarda sık sık Türkiye’ye, TİKA’ya, büyükelçiye teşekkür edilmesi gerçekten “minik bir çakıltaşı ile koca havuzu dalgalandıran” etkiyi gözler önüne seriyordu. Türkiye’nin “komşularla dostluk” diye çıktığı yolda, neredeyse her komşusu ile kavgalı bir menzile varmasına üzülürken, Hırvatistan’da her düzeyde bu kadar hüsnükabul gören bir Türkiye insanı mutlu ediyor elbette.
Aslına Türkiye’nin bu ülkede alacağı daha çok mesafe var. Özellikle müteşebbisler cephesinde. Ama iş dünyasına hayatı zorlaştıran, reformların önüne set çeken, kayıkçı kavgalarında nefes tüketen, sınırlı enerjiyi ve imkanları verimsiz kullanan bir siyasi sistem ve ekonomi yönetimi, maalesef yabancı yatırıma en çok ihtiyaç duyulan dönemde işleri daha da zorlaştırıyor.
2013’de 28. üye ülke olarak AB’ye katılan Hırvatistan henüz Schengen sisteminin parçası değil. 2020’deki AB Dönem Başkanlığı ile bu engelin de kaldırılması hedefleniyor ama bağımsız gözlemciler, “Bu iş kolay değil” diyor. Çünkü komşu Sırbistan ve Slovenya ile olan “çözümlenmemiş” sınır anlaşmazlıklarından, AB hedeflerine ulaşmadaki hantallığa kadar bir dizi sorun, yolu kapayan taşlar… Bir de devletin tepesinde gittikçe daha da su yüzüne çıkmaya başlayan “koltuk kavgası” eklenince, Hırvatistan’ı sıkıntılı bir dönem bekliyor.
Bu sıkıntıların ortasından “teselli ikramiyesi”, Türkiye’nin bu coğrafyada -siyasetten bağımsız- seviliyor ve el üstünde tutuluyor olması. Bunun nedenlerini tarihin sayfalarında da bulmak mümkün, bugün imajımızı cilalayan Türk dizilerinin popüleritesinde de, “küçük” şehirde “büyük” yankı yaratan iyiniyetli ve akılcı çabalarda da...