Aslolan refahtır, zengin sayısı değil
Ülkelerin durumu değerlendirilir ve karşılaştırılırken farklı kriterlere göre bir dizi sınıflandırma yapılır, milli gelir düzeyi, dış ticaret dengesi, cari dengesi, eğitim, teknoloji, sanayi, tarım, sosyal refah, ortalama yaş v.b. pek çok kriter açısından göreceli konumu belirlenir. Bu sınıflamaları neyi irdelemek istiyorsak ona göre çoğaltmamız mümkün. Ben değişimin ivmesinin arttığı ve bambaşka bir dünya düzeninin yaklaşmakta olduğunun işaretlerinin belirdiği günümüzde anlamlı olabilecek bir sınıflamanın da “değişimi yönlendirenler”, “uyum sağlayanlar” ve “kaderine razı olanlar” şeklinde yapılabileceğini düşünüyorum. Bu bağlamda bilim ve teknoloji üretenlerin ilk grupta, küresel üretim ve ticaret zincirlerine eklemlenerek tüketim standartlarını yükseltmeye çalışanların ikinci grupta, sadece varlığını sürdürmeye çalışan ve sürekli dış destek ihtiyacı içinde bulunanların da üçüncü grupta olacağını söyleyebiliriz. Değişimi yönlendirmek şöyle dursun, mecbur kalmadıkça kendimizi değiştirmeye de pek gönüllü olmadığımızı, bilim ve teknolojinin de öncelikli tutkularımız arasında yer almadığını sanırım tekrarlamaya gerek yok. Toplumun kurumsal ve kültürel altyapısı, verimlilik düzeyi ve dolayısıyla eğitim sistemi dönüştürülmedikçe kısa vadede bu durumu veri olarak almak durumundayız. Hoş uzun vade için de eskisi kadar umutlu olmadığımı söylemeliyim, dibe vurmadıkça reform maliyetlerini göze almak istemiyoruz, o zaman da yaptıklarımız ileri sıçramaya değil, ancak yitirdiklerimizi yeniden kazanmaya yetiyor. Tıpkı son iki yılda lehimizde gerçekleşen petrol ve enerji maliyetinde düşüş, küresel toparlanmanın ve parasal sıkılaştırmanın gecikmesi gibi konjonktür gelişmelerine rağmen yapısal değişime yan çizdiğimiz için düşük büyümeye razı olmamız gibi. Üstelik bu durumu da işimize geldiği gibi yorumlayıp finansal kapitalizmin hastalıklarıyla boğuşan ama zaten doymuş gelişmiş piyasalar ile kıyaslayıp teselli buluyoruz. Neyse ki genç nüfusumuz, jeopolitik konumumuz ve yükselen tüketim standartlarımız ikinci grup içinde kalacak dinamizmi sürdürmemizi sağlıyor.
Refah ve zengin sayısı
Görünür gelecekte değişime uyum sağlama konusunda dahi güçlük çekeceğimizin zihniyet kodlarımızla ilgili bir belirtisine geçen gün haber kanalları arasında olumlu bir şey bulabilmek umuduyla sörf yaparken tanık oldum. En çok izlenen bir kanalda, aynı zamanda çok izlenen bir gazetede köşe yazarı olan bir gazetecinin moderatörlüğünde alışılmışın dışında yani düşündüğünü açıkça konuşan bir sanayiciyle finans sektöründen bir yöneticinin katıldığı ve sanırım “zenginlik ve kalkınma” konulu bir söyleşiydi. Tartışma öyle tuhaf bir noktada yoğunlaştı ki merakla varacakları sonucu bekledim. Sanayici dostumuzun çabaları da işe yaramamıştı ki uzun söyleşi sonunda programın yöneticisi hâlâ yapısal çarpıklığın ve kaynak dağılımındaki bozukluğun tipik bir işareti olan “dolar milyarderi sayımızın Japonya'dan fazla ve Almanya'ya yakın olması”nı ekonomik gelişmişliğimizin bir göstergesi sanma tutkusundan milim taviz vermemişti. Açıkçası üst düzey sayılması gereken bir ekonomi söyleşisinde zengin sayısı ile ülke zenginliğinin çok farklı şeyler olduğu, en basitinden kişi başı milli gelir karşılaştırmasını yapmanın bunu anlamak için yeterli olacağı, düşük gelirli ülkelerden büyük zenginler çıkmasının gelir eşitsizliği ve rantlar ile bağlantısı üzerinde kolay bir uzlaşma sağlanacağını umarken hiç de öyle olmaması beni hüzünlendirdi. Hatta herkesin bildiğini varsaydığım bir konuda bile dünya ile aynı dili kullanmama eğilimimizi görmekten kaygılandım da diyebilirim.
Buna benzer zihniyet ve yaklaşım alışkanlıklarımızın işimizi bir kat daha zorlaştırdığı kanısındayım. Çünkü başta eğitim düzeyi olmak üzere ortak paydası çok olan gelişmiş toplumlarda bile hızlı değişimin getirdiği pek çok yeni kavram üzerinde yoğun tartışmalar ve gerçeğin arayışı sürerken biz kendimize özgü ve eskiye ait bir dünyada yaşamayı tercih ediyor gibiyiz. Başkalarının tartışmalarını da bilimkurgu filmi izler gibi kayıtsızlıkla ve anlamını da kavramaya pek çalışmadan izliyoruz. Sözgelişi son Oscar töreninde ödül kazanan oyuncuların bize biraz tuhaf ve muhtemelen zorlama gelen bir sorumluluk duygusuyla “küresel ısınma ve iklim değişikliği” tehlikesine dikkat çekmeleri de eminim ilgimizi çekmemiştir. Gerçi bizde de arada bir bu konulara değinen söylemlere rastlıyoruz, ama Batıdaki gündeme ayak uydurma çabası ve konuyu biraz da küçümseme soslu çevrecilik yaftası ile sınırlama eğilimi ağır basıyor. Oysa sorun çok daha kapsamlı ve yaşadığımız bütün ekosistemlerin sorgulanmasıyla ilişkili. Bu durum bizi iki boyutlu bir zorluk karşısında bırakıyor: Bir yandan başkalarının terk etmekte oldukları bir düzene ağır aksak uyum sağlamaya çalışırken, aynı zamanda hiç de içselleştiremediğimiz yeni küresel gündemi kavramaya uğraşmak...
Para da zenginlik değil
Aslında kavram kargaşası, daha sofistike bir düzeyde olmakla birlikte, gelişmiş ülkelerde de var. Sözgelişi zengin sayısının ülke refahı ve zenginliğinden farklı olduğunu biliyorlar ama onlar da zenginlik ile parayı aynı şey sanma yanlışına düşüyorlar. Oysa para, değeri kendinden değil sosyal uzlaşma ile kendisine atfedilen gerçek zenginlik unsurlarını satın alma gücünden kaynaklanan yapay bir araç. Issız bir çölde bavullar dolusu paranın ne değeri olur? Parayı bir araç olmaktan ötede odaklandığımız bir amaç haline getirince ve büyük şirketler ile finansal kuruluşlar parasal kârlarını ve getirilerini katlamaya kilitlenince, finansal ve parasal işlemler ve varlıklar, temsil ettikleri reel ekonomiden iki üç kat daha hızlı büyür. Nitekim sarsıntıları hâlâ devam eden son küresel krizin arkasındaki temel sorun da budur.
Öte yandan paranın kutsanması ve değişim / ölçüm aracı niteliği dışında değerli bir mal gibi algılanması, ekonomik refahın ve zenginliğin dağılımını katma değer ve verimlilik temelinden koparmakla kalmadı. Parasal kazanca odaklanma, doğayı, sosyal sermayeyi, uygunsuz çalışma koşullarıyla insan kaynağını, bilim ve araştırmaya ayrılan kaynakları azaltan ve giderek toplumsal sermayeyi tüketen bir süreci başlatır. Sürdürülemez olan ve iklim değişikliği gibi konuları gündemin ön sırasına çıkaran da bu süreçtir. Çünkü gerçek zenginlik, yaşadığımız dünya ve onun üzerindeki varlıklardır; sosyal, fiziksel ve beşeri sermayedir. Demek istediğim şu ki, küresel gelişmeye ayak uyduracaksak, tartışmalarımızı ve düşünce tarzımızı da ona uygun bir düzeye çıkarmalıyız.