Asgari ücret tartışması
Bugün asgari ücret komisyonu toplanıyor. Asgari ücret, bizden başka hiçbir ülkenin gündemini bu kadar meşgul etmiyor. Bunun bir tehlikesi var: Asgari ücretin mavi yakalı tecrübesiz bir çalışan için başlangıç ücreti olduğunu unutup Türkiye’deki ücret ve kazanç problemi adeta asgariye indirgiyoruz.
Oysa Türkiye’de asgari ücretin seviyesinden daha büyük bir sorun bu ücreti kayıtlı çalışanların yarısının alması ve zaman içinde de ücretlerin asgari ücret etrafında yoğunlaşması. Şöyle söyleyelim: Ülkedeki ücretlerin üçte ikisi asgari ücretin 1,5 katının altında! Aylık net ücreti 2 asgari ücretin üzerinde olanların oranı ise sadece %18.
Gençlerde durum nasıl?
Yani bu ülkede her beş çalışandan sadece biri asgari ücretin iki katı kadar para kazanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin asgari ücret probleminden daha büyük bir ücret problemi var. Bir örnek verelim: Türkiye bir barınma krizi yaşıyor. Bugün 1 milyon TL’lik konut kredisinin aylık ödemesi ise yaklaşık iki asgari ücret ediyor. 1 milyon TL’ye ev yok tabii ama olsa bile Türkiye’nin %80’i aldığı ücretle bu evin aylık kredisini ödeyemez durumda.
Giderek daha fazla asgari ücrette eşitlenmemizin en üzücü yansımalarından birini gençlerde görüyoruz. 22– 24 yaş grubundaki ücretlilerin ortalama ücreti 2014’te asgari ücretin 1,23 katı iken bugün bu oran 1.01. Yani gençlerin aldığı ortalama ücret neredeyse asgari ücrete eşit.
Eğer üniversite mezunuysanız ve 22–24 yaş grubundaysanız ortalama olarak asgari ücretin sadece 1,14 katını alabiliyorsunuz. İşin özeti şu: eğitimin maaş getirisinin eridiği bir emek piyasasıyla karşı karşıyayız. Hal böyle olunca da asgaride eşitleniyoruz. Eğitimin kalitesi, işlerin kalitesi ve en nihayetinde ücretler asgari olunca hayaller de asgari hale geliyor. Yoksa KPSS’den 85 üstü alabilecek kabiliyette bir gencin devlet memuru olmayı hayal etmesini başka nasıl açıklayacağız?
Eriyen reel ücretler
Bildiğiniz gibi asgari ücret artışlarını işgücü piyasasının üç tarafı olan işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan tespit komisyonu belirliyor. Bir sonraki yılın asgari ücretini belirleyecek olan bu komisyon kararı Aralık ayında belirliyor. Komisyonun genel eğilimi de eldeki son enflasyon verisi olan Kasım TÜFE yıllık enflasyonunun üzerine bir prim ekleyerek asgari ücret artışını belirlemek. Gel gör ki fiyat istikrarı ve enflasyon beklentilerinin bozulduğu dönemlerde mevcut enflasyon verisini kullanarak yeterli bir asgari ücret artışı belirlemek de imkansızlaşıyor.
İşte size geçmişten bir örnek: 2022 için %50,5 gibi oldukça yüksek bir asgari ücret artışına gidilmişti. Yüksek denmesinin sebebi ise Kasım’daki yıllık enflasyonun üzerine 29,2 puanlık bir prim eklenmesiydi. Oysa çok değil bir ay sonra Aralık 2021 yıllık TÜFE enflasyonu %36,08 oldu ve asgari ücretteki enflasyon primi bir anda 29,2’den 14,4’e geriledi. Orada kalsaydı iyiydi ama Haziran 2022’de TÜFE enflasyonu %78,62’ye fırlayınca bekar ve çocuksuz bir asgari ücretlinin reel ücreti %28,1 azalmış oldu.
Bu bekar ve çocuksuz vurgusu boşuna değil. Yeni asgari ücret düzenlemesi ile asgari ücret üzerindeki gelir vergisi kaldırıldığından bir vergi iadesi yöntemi olan asgari geçim indirimi de kalkmış oldu. Bu nedenle evli ve çocuklu hanelerdeki reel ücret erimesi daha yüksek oldu. Örneğin, eşi çalışmayan ve 2 çocuklu bir asgari ücretlinin 2021’e kıyasla reel ücretindeki azalma %35. Yani sonuç olarak enflasyonla mücadele etmeden, fiyat istikrarını sağlamadan asgari ücrette yapacağınız iyileştirmenin çok bir anlamı olmuyor.
Asgari ücret, enflasyon ve kronik talep açığı
Asgari ücret enflasyonu arttırır mı? Bu soru toplumun çok geniş bir kesiminin sınırlarını ve sinirlerini zorluyor. Bu soruyu soranların şu soruyu da kendilerine sorması gerekiyor: Yüksek enflasyonun sorumlusu kim? Ücretli çalışanlar mı yoksa ekonomi politikasını belirleyenler mi? Üstelik TCMB sunum ve çalışmalarına baktığınızda asgari ücret artışının sadece hizmet sektöründe yüksek olmayan bir enflasyon artışına yol açtığını görüyorsunuz. Bu konuya şöyle de bakabiliriz: diyelim ki asgari ücret artışı enflasyonu TCMB öngörülerinden daha da fazla arttırıyor.
Ne yapmalıyız? Çalışanların yarısı yerine üçte ikisinin açlık sınırının altında kalmasına göz mü yummalıyız? Bu enflasyonu asgari ücreti baskılayarak düşürmeye çalışmak doğru bir dezenflasyon politikası mı? Hayır kere hayır! Aylardır sanayiden ticarete, enerjiden tarıma kadar enflasyonu düşürmek için neler yapılması gerektiğini sadece birçok ekonomist ve akademisyen yazarken/söylerken, kamunun içindeki deneyimli bürokratlar uyarıda bulunurken, ekonomi yönetimi neden enflasyonu düşürmek için sadece talebi ve emeği baskılama yolunu seçiyor?
Üstelik ücretlerin erimesi çok önemli bir problemi de beraberinde getiriyor. O da emeğin milli gelir içindeki payının azalması. TÜİK verilerine göre işgücü ödemelerinin gayri safi katma değer içindeki payı %36 civarında. Verimlilik artışları ücretlere yansımıyor. Şunu da not etmek gerekir: Emeğin milli gelirden aldığı payın düşük olması yeterince tartışılmayan ama çok önemli olduğunu düşündüğüm problemlerden biri olan kronik talep açığını da beraberinde getiriyor.
Sonuç olarak, bundan 10 sene önce orta gelir tuzağı en çok konuştuğumuz konuların başında gelirdi. Neden bir türlü yüksek gelirli ülke olamadığımızı tartışırdık. Şimdi kimi hesaplamalara göre yüksek gelirli bir ülkeyiz ama nedense çoğumuz bunu hissetmiyoruz. Bana “yüzde 5 büyümüşüz Hocam!” diyenlere “peki sen ya da çevren bunu kendi hayatınızda hissettiniz mi, yüzde 5 zenginleştiniz mi?” diye soruyorum. Çalışanların sadece beşte birinin asgari ücretin iki katından fazlasını kazandığı bir ülkede aldığım cevapları tahmin edersiniz. O yüzden önümüzdeki dönemde “orta gelir tuzağı” yerine “hissedilmeyen zenginleşme” kavramını tartışacağımızı düşünüyorum.