Artık laf değil, iş yapma zamanı
İstanbul tarihte pek çok depremle karşılaştı… Avcılar, Yeşilköy gibi bazı semtlerde can kaybı ve yıkımlara neden olan 1999'daki 17 Ağustos Marmara Depremi'ni vareste tutarsak, kenti bir bütün olarak en çok etkileyen son deprem 1894'de oldu. 1984 depreminde en çok etkilenen yerlerden birisi ise kentin ekonomik nabzının attığı Kapalıçarşı idi… Depremde Kapalıçarşı neredeyse yerle bir olurken, ülkede ilk defa resmi nitelikli büyük bir yardım kampanyasının başlatılmasına da neden oldu. Dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamid'in önderliğinde başlatılan kampanyaya başta ABD olmak üzere yabancı ülkelerden de destek geldi.
Semahat Arsel, Rahmi Koç ve Mustafa Koç ile New York'tayız...
Koç Vakfı'nın dünyanın en ünlü müzesi sayılan Metropolitan'da açtığı iki yeni galeri için...
Açılıştan sonra sohbet için bir araya geliyoruz...
İlk konu Van Depremi...
Henüz çok taze...
Türkiye'den sürekli haberler geliyor...
Semahat Arsel çok üzgün...
Bizim orada bir okul vardı. Acaba ne oldu diye soruyor...
Baktırdık diyor Mustafa Koç, "sağlam, hiç birşey olmamış..."
Van Depremi 24 Ekim günü saat 13:00'de oldu...
Okulların açık olduğu hafta içi bir günde de olabilirdi...
Açık ki, o zaman tablo çok farklı olacaktı...
Nitekim bir çok okulun yıkıldığı malum...
Düşünsenize...
Çocuklar eğitim alsın diye yaptırdığınız okul yıkılsa...
Bırakın yüzlercesini, bir çocuk bile ölse...
Nasıl rahat uyuyabilirsiniz...
Büyük, çok büyük sorumluluk...
Nitekim Vehbi Koç Vakfı Genel Müdürü Erdal yıldırım'dan bazı okulların yapımından vaz geçtiklerini öğreniyoruz...
Yıldırım'ın bu konuda anlattıkları ilginç olduğu kadar ibretlik;
"1998 yılında, Koç Vakfı olarak 8 yıllık eğitime destek amacıyla '15 okul' için harekete geçtik…
Okulların yapılacağı arsalarda zemin etüdü için bir müşavirlik şirketiyle anlaştık…
Bu konuda biz çok hassas davrandık, müşavirlik şirketi de…
Ancak onlar, buraya okul binası yapılabilir onayını verdikten sonra temel atıyorduk.
Okul yapılması planlanan yerlerden biri de Sakarya'da Arifiye idi…
Her zaman olduğu gibi ilden zemin etüdü istendi…
Bir rapor da geldi…
Ancak, gelen raporun okul yapılacak arsa ile ilgisi yoktu…
Oradan birileri, nasıl olsa bakılmaz diye başka bir arsanın raporunu gönderivermiş…
'Aman doğru raporu gönderin, müşavirlik firması onay vermeden, okul yapamayız' diye haber gönderdik…
Birkaç kere daha raporlar gitti geldi…
Hatta bizim o bölgedeki arkadaşlarımız bile iş uzuyor diye bu kadar titizlenmemize karşı çıktılar…
'Koç'un bu kadar fabrikası var. Bunların hepsi için bu etütler yapıldı mı? Hepsinin yıkılacağını mı düşünüyorsun?' diye kızanlar oldu…
Ama ısrarlarımızla en sonunda gerçek etüd çalışması yapıldı…
Bir de ne görelim; arsa tam fay hattında…"
Niyetim eski defterleri karıştırmak değil…
Afetlerde yaşadığımız organizasyon bozukluklarını…
Yardım alıp almama çekişmelerini…
Ayrımcılık meselelerini de tartışmayacağım…
Depremin Türkiye'ye yönelik bir sismik saldırı olduğu yönündeki komplo teorilerini de…
Bir doğa olayı olmanın ötesinde depremi dine bir yakınlaşma-uzaklaşma meselesi olarak gören yaklaşımları da gündeme getirmek değil amacım…
Ancak şurası açık ki;
Toplumlar afet karşısında gösterdikleri tavırla farklarını ortaya koyuyor...
Öncesinde ve sonrasında...
Afetlerin üstesinden gelme becerisi birçok şeye bağlı...
Ama sanıyorum önemli ölçüde de zamanın ruhuna...
Toplum olarak kendimizi nasıl hissettiğimize bağlı…
Sohbetimizin bir yerinde, Rahmi Koç, "bu beklenmedik olayı da inşallah memleket atlatacaktır" dedi ve ekledi:
"Bu süreçte kader birliği içinde davranmak çok önemli...
Japonya'da gördük...
Yağmalama yok...
Çalma çırpma yok...
İnsanlar bütün acılarına rağmen düzen içerisinde hareket ediyor...
Sırada kimse kimsenin önüne geçmiyor...
O kadar ki...
Nükleer çöküntü yaşanan bölgedeki yiyecekleri her yerde dağıtmışlar...
Görecekse herkes zarar görsün diye...
İleri bir toplumsal dayanışma gösterdiler..."
Rahmi Koç'un sözleri geçenlerde okuduğum bir yazıyı hatırlattı…
Japonların afet karşısındaki tutumu gerçekten de örnek bir tavrı gösteriyor…
Ancak bir başka açıdan ise 'zayıflığın' işaretlerini veriyor…
Japonya'daki Tohoku depreminden sonra olanlara bakın…
9 büyüklüğündeki deprem ve ardından gelen tsunaminin çok yıkıcı etkileri oldu…
16 bin kişi hayatını kaybetti…
Hala 4 bine yakın insan "kayıp" olarak bildiriliyor…
Fukuşima Nükleer Elektrik Santrali'ndeki erimenin etkileri henüz tam bilinmiyor…
Japon medyasında en çok eleştirilen konuların başında aradan 6 aydan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen sadece enkaz temizleme çalışmalarının bitirilmiş olabilmesi geliyor…
Japon ekonomisinde 90'lı yıllardan bu yana yaşanan durgunluk, hayatın diğer alanlarına da yansımış görünüyor…
Oysa bir başka deprem sonrasında yapılanlar çok farklıydı…
Örnek bu kez İstanbul'dan…
Ama 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'nden değil…
Halk tarafından "Küçük Kıyamet" olarak adlandırılan 1509 depreminden…
Söz ettiğim yazıda, Faruk Türkoğlu'nun, bu deprem sonrasında yaşananlara ilişkin tarihçi Şehabettin Tekindağ'dan aktardıkları şöyle:
"…Büyük depremden sonra Sultan İkinci Beyazıt, bir 'at divanı' toplayarak İstanbul'un yeniden imarını müzakere etti. Her evden bir kişi göreve çağrılırken, her eve 20 akçelik bir vergi tartına karar verildi. Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den ise 29 bin ücretli işçi tedarik edildi. Bu işçilerin yanı sıra, 3 bin yapı ustası ve kalfası işe başladı. 11 bin yeniçeri de kireç yakma ve diğer işlerle görevlendirildi. Mirat Murat oğlu Hayreddin nezaretinde başlayan inşaat faaliyeti 62 gün içinde tamamlandı. Son9 sarsıntıdan 6 buçuk ay sonra ise İstanbul, yeni baştan inşa ve imar edilmiş oldu…"
Diyeceksiniz ki, iki olay birbirinden farklı…
Haklısınız…
Dönem de farklı…
Ortam da…
Ama kabul edelim ki,
Zamanın ruhu önemli...
Zorlukların, felaketlerin üstesinden gelme becerisi biraz da zamanın ruhuna bağlı…
İster kişi, ister ülke düzeyinde ele alın…
Çoğu kez, zamanın sosyal ve psikolojik ortamı çabalarınızın sonucunu belirliyor…
Zaman elverişli ise istikrarlı gelişme ve pozitif ortam, çözüm yollarının bulunmasını kolaylaştırıyor.
Zamanın ruhu duraklama ve gerilemeye esir düşmüşse, hayatın her alanındaki sorunların üstesinden gelmek zorlaşıyor…
Ne demek istediğimi anlatmak için izninizle bir örnek vereyim:
Ünlü gökbilimci Takiyüddin Mengüberdi'ye gözlemevi kurduran da Osmanlı'dır…
Birkaç sene sonra fetva ile yıktırtan da…
Şöyle bir hatırlayalım:
Doğu dünyası 14 yüzyıla kadar bilim ve teknolojide bir atılım dönemi yaşadı…
Osmanlı da bu "Doğu Rönesansı"ndan yararlandı…
Özellikle 1453'te İstanbul'un fethine kadar olan "Kuruluş" devrinde…
Ve bu dönemi izleyen "yükselme" devrinde…
Tarihçiler Osmanlı'nın yükselme devrini 1579'da bitirir…
Bu tarih, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın öldüğü tarihtir…
Arap kökenli Osmanlı astronomu Takiyüddin'in rasathaneyi kurması için destek veren de Hoca Saadettin ile birlikte Sokullu Mehmet Paşa'dır…
Takiyüddin, 1574'teGalata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştı…
1576-77 döneminde ise, padişah III. Murat'ın fermanıyla Tophane sırtlarında rasathaneyi kurdu…
Kurduğu rasathanenin teknolojik düzeyi çağdaşı Tycho Brache'nin aynı yıl Danimarka'da kurduğu rasathaneye çok yakındı…
Ancak Takiyüddin'in rasathanesi uzun ömürlü olmadı…
Önce 1577'de kuyruklu yıldız göründü…
Ardından 1578'de veba salgını çıktı…
Halkı korkutan bu iki olayı rasathaneye bağlayanlar, Türkiye'nin bu ilk gözlemevinin de ölüm fermanını yazmış oldular…
Çıkarılan fetva ile 1580'de rasathane yıktırıldı…
Bir gerçeği var Türkiye'nin…
Aklımızdan hiç çıkarmamız gereken…
Bir deprem ülkesiyiz…
Bu topraklar, Hititler yaşarken de…
Truvalılar, Likyalılar yaşarken de hep sallandı…
Dün, NTV'deki Tarih Konuşmaları'nda depremzedelere bağış yapan Antalya Kumlucalı Opramoas'ın öyküsünü dinledik…
Opramoas, MS 141 yılında Likya'da yaşanan depremin ardından bu bölgede bulunan 30'u aşkın kende yaptığı cömert bağışlarla tarihe geçmiş bir işadamı…
Yeryüzünde ilk defa bağış yapma geleneğini kurumsallaştıranın bir Anadolulu olması tesadüf mü?
Ders almasını bilenler için tarih derslerle dolu…
Depremler tarihi de…
İsteyenler, sevgili hocamız Prof. Dr. Işın Demirkent'in "Bizans Kaynaklarına Göre 4.-11. Yüzyıllarda İstanbul ve Çevresinde Depremler" çalışmasından başlayarak konuyu inceleyebilir…
Aslında uzun söze de gerek yok…
Ahmet Mete Işıkara'nın sözleri hep hatırımda;
"Ülkemizde yılda bir kere 6-6.9 büyüklüğünde, yedi-sekiz yılda bir de 7'nin üzerinde bir deprem olabilir…"
Simav'ı birkaç ay önce…
Van Depremi'ni yeni yaşadık…
Uzmanlar İstanbul depremi için uyarıyor:
1239 metre derinlikteki fay hattı kıpır kıpır…
Osmanlı'nın ilk rasathanesinin kurulduğu 1576 yılı Osmanlı'nın yükselme, yıkıldığı 1580 yılı ise duraklama dönemine rastlıyor…
Bugün Türkiye bir atılım döneminde…
Cumhuriyet'in 100. Yılı için önemli hedefleri var…
Dünyanın 10 büyük ekonomisi arasında yer almak istiyor…
Ancak dün manşetimizde yer alan gerçek bu tablo ile taban tabana zıt:
İçinde yaşadığımız, okuduğumuz, çalıştığımız binalarımız çürük…
Gelişmiş ülkelerde yıkıma ve can kaybına yol açmayan 5 büyüklüğündeki depremlerin bile bizde ciddi hasara ve ölümlere neden olduğunu görüyorsak…
Eğer "kumdan kaleleri" kabullenemiyorsak…
Yaşananları Cumhuriyet törenlerini iptal ettirecek kadar hassas buluyorsak…
Gelecek depremin büyüklüğü 6 mı olur, 7 mi olur tartışmasına odaklanmak yerine…
Hükümetimizin bir an önce harekete geçmesini bekliyoruz…
İşin üstesinden nasıl gelmek için nasıl bir beceri sergilediğimiz, hangi zamanın ruhunu taşıdığımızı da gösterecek…