Artan riskler yurtiçi kaynaklı
Sene başında (8 Ocak) kaleme aldığım bir köşe yazısını şu cümlelerle sonlandırmıştım: “Evet, önümüzdeki dönemde döviz kurunda dalgalanmalar olacak, hatta zaman zaman bu dalgalanmaların boyutu rahatsız edici seviyelere de çıkabilecektir. Öte yandan, düşük gitmeye devam eden ekonomik büyüme ile birlikte, halı altında saklanan bir takım riskler ortaya çıkmaya, bu durumun yansımasını da özellikle finansal kesim bilançolarında görmeye de başlayabiliriz. Ayrıca, kısa sürede çözümlenmesi imkansız gibi gözüken bir İŞİD ve Suriye sorunu ve bununla birlikte ciddi bir mülteci problemi de var. Bu durumun da önemli maliyetleri olacak. Ancak, her şeye rağmen, ..., Türkiye ekonomisinde önümüzdeki dönemde ciddi bir kriz riski öngörmek doğru olmaz.”
O yazıdan beri 3 aydan fazla bir zaman geçti. Öncelikle Türkiye ekonomisinde hâlâ ciddi bir kriz görme ihtimali olmadığını düşünüyorum. Ancak son 3 ayda bazı ek risklerin ortaya çıkmış olduğunu da teslim etmeliyim. Öncelikle, bu artan risklerin FED’in faiz artırımı programıyla ilgili olmadığının altını çizeyim. Aksine, ABD ve küresel verilerdeki zayıfl ık artırım programının gecikebileceği, gecikmese bile faiz artırım sürecinin çok ama çok yavaş işleyeceğini göstermekte.
Zaten, dolar endeksine ve bize benzer diğer gelişmekte olan ülkelerin para birimlerine bakarsak, TL’nin son dönemlerde ciddi şekilde negatif yönde ayrıştığını gözlemleyebiliriz. Ayrıca, Türkiye’nin risk priminin (CDS oranları) son 1 yılın en yüksek seviyesine çıkmış olduğunu da not edelim.
Demek ki, artan riskler büyük ölçüde yurtiçi kaynaklı. Bunlardan birincisi Hükümetin ve Sn. Erdoğan’ın anlamsız bir şekilde para politikası tartışmalarına müdahil olmaları ve düşük faiz istemlerini her fırsatta tekrarlamaları olmuştur. Bu yaklaşım, piyasalarda da MB’nın döviz spekülasyonları konusunda tek gerçek silahı olan faiz artırımı konusunda elinin kolunun bağlı olduğu ve örneğin Ocak 2014’de olduğu gibi bir faiz kararı alamayacağı beklentisini oluşturdu. Bu konudaki bağımsızlığını ve kararlılığını göstermesi açısından önümüzdeki hafta yapılacak PPK toplantısı her zamankinden daha önemli olacaktır. (Açıkçası, MB sadece Salı günü açıkladığı eften püften tedbirlerle konuyu geçiştirmeye kalkarsa piyasa tepkisinin pek de olumlu olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.)
Sene başında olumlu olarak nitelendirdiğim konularda da bazı negatif gelişmeler de oldu. Enflasyonun istenen düzeyde seyretmemesi bunlardan biri. Her ne kadar ağırlıklı olarak gıda fiyatlarından kaynaklansa da, daha 4. ayda MB’nın sene sonu hedefi olan yüzde 5.5’in (yüzde 4.1-yüzde 6.9 aralığı) kadük olduğunu söyleyebiliriz. Talep tarafında bir baskı olmamasına karşın artmakta olan kurların da enfl asyona ek bir ivme sağlayacağı muhakkak. Sonuçta, 2015 enfl asyonu da (artık kanıksadığımız gibi) yüzde 8 civarlarında bir yerde sonuçlanacaktır.
Cari açık ve bütçe açığı konusunda da bazı negatif gelişmeler söz konusu. Petrol fiyatlarında son dönemde bir artış gözlemleniyor. (Ancak bu durumun (özellikle İran’ın da devreye girmesiyle) kalıcı olacağını düşünmüyorum.) Daha önce altını çizdiğim bir konu olan “Türkiye’nin çok pahalıya doğalgaz kullanıyor olması” meselesinin ise hâlâ halledilememiş olması bir problem. Öte yandan, kurlardaki artışa rağmen, ihracatımızın ithalatın da üzerinde daralmakta olması cari açık tahminlerini bozabilir. Bütçe konusunda ise, son ayki rakamların açık bir şekilde gösterdiği gibi gelirlerin ana kaynağı olan “dahilde alınan KDV”de geçen ay başlayan düşüşün bu ay hızlanarak devam ettiği görülüyor. Bütçenin daha kötüleşmesini ÖTV artışları engellemiş, ancak bunların devam etmesi de zor. Özellikle motorlu taşıtlar ve dayanıklı tüketim ÖTV’lerindeki artışlar kur artışlarının fiyatlara yansıtılmadığı stoktaki ithal ürünlere olan talepten kaynaklanıyor.
Gene de, ilk 3 ayda bütçe açığı geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 260 artmış durumda. Bu şartlar altında Sn. Şimşek’in iddia ettiği gibi sene sonu hedefinin tutturulması imkansız.
Öte yandan, bu kötüleşmenin bir ölçüde doğal olduğunu ve Türkiye’nin halihazırda düşük olan kamu borçluluk oranlarına çok büyük bir tesir etmeyeceğini de söyleyebilirim.
Son dönemde meydana gelen siyasi gelişmelerin de ekonomik hayata etkisi olmadığını söyleyemeyiz. Zaten her türlü güven endeksinin yerlerde süründüğü bir ortamda, siyasi gerilimler ne tüketim, ne de yatırım ortamını olumlu yönde etkilemekte. Kürt çözümü ile ilgili artan sorunlar ve provokatif eylemler bunlardan biri. Öte yandan, ümit ederim Suriye konusunda ortaya atılan bazı fantastik senaryoların (Türkiye’nin sıcak bir savaşa dahil olacağı gibi) ise gerçekle ilgisi yoktur. Aksi durumda, işte o zaman, “ciddi bir kriz olmayacaktır” öngörümü de çöpe atmak durumunda kalırım. Bir de, değinmeden geçemeyeceğim ama Türkiye ekonomisinin bir anlamda omurgasını teşkil eden sanayici ve işadamlarıyla restleşmenin bugünkü konjonktürde kime faydası var anlamış değilim. Evet, genel seçimlere az bir süre kaldı. TÜSİAD’ı zengin kesimle özdeşleştirmek, dolayısıyla da iktidarın fakirin yanında olduğu imajını vermek bazı kesimlere sempatik gözükebilir. Ama, Türk halkının ekseriyetinin bu siyasi manevralara prim vermeyeceğini düşünüyorum