Arındık, durulduk, piştik diyemem…
Biz insanların ebedi ve ezeli sorunlarından biri, suçu başkasında arama kolaycılığıdır.
Bu eğilim, kimi zaman uluslararası dev örgütlerin benliğini bile sarıp sarmalayabiliyor.
Turquie Diplomatique’in 57’nci sayısında David McNeil’in “Toyota ve Kalite Kontrolu” başlıklı yazısını okuyunca şaşırdım. Afrikalıların insanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma dediğini bile bile şaşırdım: Dev kurumların ilkesiz gizleme saplantıları, halkımızın binlerce yıllık akıl birikiminin süzgecinden geçirerek söylediğini doğruluyordu: ”Suç, samur kürk olsa bile kimse üstüne giymek istemez!”
Dünyanın otomotiv devi bile gerçekle yüzleşmenin erdemi yerine, ilkesiz gizlilik yolunu tutabiliyorsa, bizim gibi acizlerin yapacağı ne olabilir ki!
Gizliliklerin bir gün mutlaka gün ışığına çıktığını sayısız deneyimden bildiğimiz halde, suçu başkasında arama hastalığından bir türlü kendimizi arındıramamış olmamız tedavisi güç bir insanlık hastalığıdır.
Toyota değerlendirmesi, zihnimi değişik düşünceler evrenine götürdü. İçinde bulunduğum ruh halini, kısa bir manzum yazıya aktardım. Önce üçüncü kişilere seslenir gibi yazdım; öğüt verir gibi oldu vazgeçtim. Amacımız öğüt vermek, akıl satmak, tepeden bakmak değil anlamayı kolaylaştırma olmalı, diye düşündüm.
Neyin peşindeyim bilebilseydim
Farklı olur her şey değişir dünyam
Ezberleri kırıp bozabilseydim
Ne yollar bulurdum artardı hülyam
Suçlu arayanlar mutlaka bulur
İçimiz dışımız suçlu doludur
Suçlama hayatın kolay yoludur
Aynalara yansır edep ve hayam
İçine yolculuk yapan insansam
Eli boş dönülmez yoldur bilirsem
Arınır durulur kötü huylarım
Azalır insanla gereksiz kavgam
“Uyuz Aslı’nın da kambur Kerem’i
Tezek terazinin b…tan dirhemi”
Kendine sormaktır vicdan merhemi
Merhem aramaya koşmalı hülyam
Mahareti başka yerde aramam
Erdemin özüdür kendime sormam
Kendimi kırmadan başkasın yermem
Yergiler üstüne dünya kuramam
Gülağa insanın ezeli derdi
Suçlarını başka yerde aradı
Pisliği halının altına serdi
Bu yolla gerçeğe bil ki varamam
Azgelişmişlik kurumdur
Pazar günü sabah Dünya Gazetesi’ne gittiğimde İbrahim Ekinci gergindi… Nedenini sormak zorunda kaldım.
Biricik kızını İtalya’da mimarlık eğitimi için gönderirken bürokrasinin çıkardığı engelleri anlattı… Bir kez daha şaşırdım: Bu çağda bile bürokrasi varlık nedeninin yurttaşın işini kolaylaştırmak olduğunu anlamamışsa, gelişmekte olan ülke eşiğini nasıl aşabilirdik?
“Boş ver İbo, azgelişmişlik kökleşmiş bir kurumdur; özünü de ‘bende olmayan başkasında da olmasın’ anlayışından beslenen kasaba kültüründen alır” diyemedim…
Düşüncelerimi ve duygularımı yine manzum yazının dörtlüklerine aktardım.
İbrahim, Ardahanlıdır. Ellerimi omuzlarına attım,manzumeyi yüksek sesle okurken, Şavşat’tan Ardahan’a giderken Yalazuğçam Dağları’nın yaylarında kanat çırpan altın kartallar gibi sonsuzluğa saldık kendimizi.
Değişiyor devran telaşta insan
Hedefi bilerek seçtik diyemem
Herkesi kuşatmış amansız ter kan
Murada eriştik geçtik diyemem
Sabahın köründe yollara düştük
Bir bardak çayı güçlükle içtik
Anayol tıkalı yan yolu seçtik
İşe zamanında koştuk diyemem
Müşteri işini hemen bekliyor
Bırak ötekini beni seç diyor
Sırayı saygıyı hep unutuyor
Hırsı akıl ile aştık diyemem
At izi it izine karıştı gitti
Küçüğün büyüğe saygısı bitti
Herkes kendine ibadet etti
Adillik şerbeti içtik diyemem
Gülağa sor ki neyin anlamı kaldı
Hayatın yolları her zaman dardı
İnsanı amaçsız bir telaş sardı
Arındık, durulduk, piştik diyemem…
İşte böyle sevgili okuyucu… İster yaşlılığıma verin, ister duygusallık diye niteleyin hayatı daha sık sorgular oldum.
Neyin eğri, neyin doğru olduğunu da söyleyecek gücü kendimde göremiyorum. Şimdi bilmem gerekenin yüzde 5’ine bile erişemeden yolun sonuna geldiğimi çok iyi anlıyor ve kavrıyorum.
Yapmam gereken tek şeyin, önce kendimi, sonra başkalarını anlamak için gayret etme olduğunu biliyorum…
Arınmadığımızı, durulmadığımızı ve pişemediğimizi anlamak da sancılı oluyor, çok sancılı oluyor.