Arazi değerinde takıldık kaldık

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Yaklaşık dokuz yıl önce bu köşede yazmaya başladığımda ilk ele aldığım konulardan biri Türkiye'deki ekonomik, sosyal ve siyasal her bağlamda geçerli yaygın zihniyet kalıplarından biri olan "arazi değeri" takıntısı ve onun yansıttığı tek boyutlu düşünce alışkanlığıydı. Bunun, doğal olarak, içinde bulunduğumuz küreselleşme ve rekabet ortamının gerektirdiği "katma değer" ve inovasyon odaklanması açısından önemli bir dezavantaj olduğu açıktı. Kelime anlamıyla dahi halkın en önemli geleneksel tasarruf aracı olan gayrimenkul varlığının atıl servet niteliğinde kalarak sermaye olarak mali sisteme dahil olamaması şeklinde ortaya çıkan sorun, daha genel bağlamda ülkenin karşılaştırmalı avantajı deyince onlarca yıldır sadece jeostratejik pozisyona referans yapılmasından öteye geçilemeyen bir durumda somutlaşıyor. Kökeninde göçer bir gelenek ve sürekli bir yurt arayışı bulunan bir toplumun araziye, yani toprağa bu tutkusu anlaşılabilir bir şey ama aynı zamanda söz konusu arayışın sürekli batıya ve daha ileri bir düzeyde konumlanmaya yönelik olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerek.

Jeostratejik konum başarı faktörü mü?

Konuyu yeniden hatırlamamın nedeni, son zamanlarda bölgedeki kaotik gelişmeler ve küresel düzeydeki belirsizlikler karşısında Türkiye ile ilgili tek olumlu değişken olarak jeostratejik konumunun sık sık öne çıkarılması. İyi de bu kırk yıl önce de aynıydı, geçen zamanda bunun yanına bir faktör daha ekleyememiş olmamız tuhaf değil mi? Yine aynı nedenle altmış yılı aşkın zamandır askeri ve siyasi bağlamda müttefikimiz olan, hatta bazen çıtayı yükselterek stratejik ortak diye nitelediğimiz ABD ile hükümetlerin ve Özal'dan sonra özel sektör kuruluşlarının çabalarına rağmen savunma sanayii dışında bir sektörel işbirliği geliştirememiş durumdayız. Geçmiş on yıllarda olduğu gibi Türkiye'nin başı sıkışınca destek açıklaması yapıp bizi överken ABD'lilerin vurguladığı şey hep jeostratejik konumumuzun önemi. Ne tesadüftür ki doğal bir ekonomik entegrasyon içinde olmamıza rağmen elli yılı aşkın bir soğuk ve mutsuz nişanlılık dönemi geçirmekte olduğumuz Avrupa ülkeleri de ancak coğrafi açıdan muhtemel bir göçmen akınının doğal güzergahı olduğumuz ve tampon olabileceğimiz için bizimle sıcak bir ilgi kurmaya karar verdiler. Hadi başkalarının hiç değilse bir özelliğimizi takdir etmelerini normal ve hatta sevindirici bulalım ama bizim de bununla övünmemizi anlamak güç. Birincisi bu durum bizim başarımız değil, atalarımızdan üstelik küçülerek gelen bir miras. İkincisi bir yönüyle avantaj saydığımız bu konum, madalyonun diğer tarafından baktığınızda pek netameli ve maliyetli, başa çıkılması stratejik analiz ve dinamik dış politika gerektiren sıkıntılı bir durum olarak da görülebilir ki uygulamada bu saptama daha gerçeğe uygun duruyor. Nihayet son olarak bugüne kadar başarı hikayesi yaratmış ve gelişmiş blok arasına katılmış hiçbir ülke için anahtar faktörler arasında jeostratejik konumun zikredildiğini ben duymadım, bilmem siz duydunuz mu? Bunun kendi başına bir başarı faktörü sayılmasına kendi hesabıma öteden beri karşı olduğumdan Türkiye'yi överken bir köprü ülke olduğumuzdan söz edenleri de hiç anlamamışımdır. Bana kalırsa bu özellik, olsa olsa gerçek başarı faktörlerine yani rekabetçiliğe, verimliliğe, teknoloji transferine, eğitim kalitesine ve nitelikli işgücü stoğuna, dış yatırım girişine katkı yapacak şekilde kullanılabilirse övünmeye vesile olabilir.

Pazar büyüklüğü yetmez

Aslında bu sütun okurlarının alışkın olduğu salt ekonomik bağlamdaki bir değerlendirme bile, aynı ikilemin küresel lig'deki durumumuz açısından da geçerli olduğunu gösteriyor. Biliyorsunuz küresel rekabet endekslerinde Türkiye'nin ilk 20 arasına girdiği tek faktör pazar büyüklüğü. Yani toprak ve nüfus bileşenlerinin oluşturduğu bir yatırımcı algısı ile yer alıyoruz sıralamada. Gerek rekabet, gerekse insani gelişme endekslerini oluşturan diğer faktörlerin hiçbirinde ilk elli arasında yokuz. Üstelik tek üstünlük faktörümüz olan bu "arazi değerini" iyi koruduğumuz da söylenemez. Baksanıza nispeten yakın geçmişte Ortadoğu'da rol modeli olarak gösterilirken, sözgelişi Irak-İran savaşında iki tarafın da dış ilişkilerini üzerinden yürüttüğü, son Libya kargaşasında yabancıların oradaki diplomatik ilişkilerinde aracı kıldıkları, İsrail- Filistin ihtilafında arabulucu konumunda görülen bir ülke iken ve "bölge ülkeleriyle sıfır sorun" vizyonuyla çok daha iyi bir konuma gelmeyi umarken, savrulduğumuz yer hiç de beklediğimiz gibi olmadı maalesef. Üstelik içeride azaltmayı amaçladığımız kutuplaşma daha da keskinleşti. Oysa bu açıdan hem ekonomik hem siyasal anlamda izleyeceğimiz yol haritasının unsurları, büyük ölçüde kör topal yürütmeye çalıştığımız AB sürecinde gizli. Sahip olmakla övündüğümüz jeostratejik konumu, daha demokratik, rekabetçi ve özgürlükçü bir toplum yaratarak tamamlayabilirsek gerçekten bölgenin incisi olabilirdik, hala da olabiliriz. Ama pek az ülkeyle güvene dayalı ilişkisi olan, reform sürecinde giderek çıpa sıkıntısı çeken, uzun vadeli radikal kararlar bir yana konjonktür ile ilgili kararlarda dahi günü kurtarmayı tercih eden tutumu sürdürürsek öngörülebilir gelecekte nereye varacağımızı kestirmek hiç de kolay olmayacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019