Analizle yönetime geçmedikçe...
"Tanrı sizi büyük dönüşüm dönemlerinde yaşatsın" diyen ünlü Çin atasözünü anımsatarak, günümüzde yaşanan "hızlı geçişleri" yönetmenin önemine daha önce değinildi. Hep birlikte yaşadığımız, sıkıntılarını çektiğimiz geçiş süreçlerinin tam orta yerindeyiz. Değişmelere uyum için yakından izlememiz, olası gelişmeler karşısında alternatif üretmemiz gerekiyor. Denememizin bu bölümünde "alışkanlıktan analize ", "tek tip düşünceden çok sesliliğe" ve "topluluktan topluma" geçişlerden ne anladığımızı açıklamaya çalışalım.
Alışkanlıktan analize geçiş: İnsan doğasında alışkanlıkları kolay sanma eğilimi güçlüdür. Alışkanlıklar değerlerimizi sorgulamadan irade haline getirir; yaşam biçimi ve yaşam tarzımızı yönlendirir. Alışkanlıklar bireysel olarak bize "güven duygusu" verir, ama aynı ölçüde eskiyen, olayların ve olguların fırsat ve tehlikelerini net olarak tanımlayamayan, hayatın öz gerçeğinden uzaklaşan içerik de kazandırabilir.
Daha önce sözünü ettiğimiz yerleşik düzene geçiş sürecinde, tarımsal gelişmedeki hızın düşük olması, bilgi ve becerilerin bir nesilden diğerine aktarılabilmesi alışkanlıkların yarattığı uyum sorunlarını çok fazla göze batırmıyordu. Sanayi Toplumu aşamasında değişmelerin hızlanması, Bilgi Toplumu aşamasında ise hızın daha da artması, maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamının kolaylaştırması amacına yönelik bütün düşünce ve eylemlerde "alışkanlıkların tutucu etkisini" önemli bir karar değişkeni haline getirdi.
Bilgi Toplumu aşamasında, yaratıcı-girişimci çaba rekabet gücünün odağına yerleşince, uyum yeteneği için zihni modellerimizin varsayımlarını sürekli sorgulamamız gerekti. Alışkanlarımızı yönlendiren değerler sistemini, adlandırma setini, kavramlar kümesini, terimleri, düşünceleri, davranış ve tutumları sık sık gözden geçirmeyi gerek şart haline getirdi.
Çok gerilere gitmeden 10 yıllık geçmişe baktığımızda, işlerin analizinde üç aşamadan geçildiğini görürüz: Bilgi Toplumunun ilk önemli etkisi, işlerimizi "alışkanlıkla değil analizle yönlendirmeyi" gerektirmiştir. İkinci dalga hemen onun arkasından gelmiş, "büyük veri" bilgiye erişebilirliği alabildiğine artırmış, aynı ölçüde bilgi kirliliğini de yoğunlaştırmıştır. "Büyük verinin ehlileştirilmesi" analiz yapmayı başlı başına bir uzmanlık alanına dönüştürmüştür. Alışkanlıktan analize geçişin ardından büyük verinin ehlileştirilmesi yetmemiş, işimize yarayan bilginin "ürünün içine sindirilerek fark yaratılmasını" rekabet gücü yaratma ve korumanın temel gereklerinden biri haline getirmiştir.
Bilgi gereklidir, ama yeterli bir araç değildir. Bilginin "anlamaya" dönüştürülmesi, anladıklarımızın da tasavvurdan tasarıma, metottan maliyete ve müşteri talebinin güdülenmesine kadar değer üretmenin bütün katmanlarında katkı yapması gerekir.
Popüler bir anlatımla, çağımız iş yaşamında alışkanlıkların uyuşturucu etkilerini aşamayan yöneticilerin rekabet gücünü yaratan yapıları, işlevleri ve kültürü yakalaması, işlerini ilerletmesi imkansız gibi gözüküyor.
Rakibinin bütün hatlarına saldır, bütün potansiyellerini yok et anlayışına dayanan hakimiyetçi rekabet döneminde, sorgusuz tabiyet, itaat ve sadakati besleyen alışkanlıklardan uzak durabilme, başlı başına bir bilgi stoku, beceri geliştirmesi ve yetenek katkısı gerektiriyor. İşlerimizi verileri derleyerek, analiz ederek ve sürekli yenilenerek yapma ihtiyacı hızla yeni bir sınıf yaratıyor. Bu yeni seçkinler, ülkelerin kaderini derinden etkiliyor.
İş yerlerinin küçük ya da büyük olmaları, yerel yara küresel iş yapmaları önemli değil, önemli olan iş yapma tarzının merkezine analizi, bilgiyi ve anlamayı yerleştirmeleri; anlamaya dayalı yönetim tarzını benimsemeleridir.
Alışkanlıktan analize geçme sürecini etkin yönetebilecek olan tutum ," farkındalık ve olumsuzlukla yüzleşmeyi" göze alan özgüvendir. Atadan babadan devralınan yönetme tarzını, el yordamıyla oluşturulan, geçmişin kolaycılık yaratan korunmuş iş ortamından beslenen değerlerini sorgulayarak aşmayanlar, düşük rekabetli ortamlarda, yüksek enflasyonun yarattığı gölge fiyatlarının gizlediği sonuçların saplantılı zihni modelini korumakta ısrar edenler alışkanlıktan analize geçemiyor. Birebir gözlemlerimiz iş insanlarımızın önemli bir bölümünün, yılsonunda yaratılan "pozitif sonucu" ölçü aldıklarını, bu ölçüye göre üretilen değerlerle kendilerini kandırdıklarını kanıtlıyor. Alışkanlıkla yönetenler, yılbaşlarında "potansiyelin ne olduğunu" araştıran, "erişilebilir potansiyel" üzerine plan ve bütçelerini yapan, "bütçe kontrol sistemi" ile gidişatı kontrol altında tutan yönetim tekniklerini, kendi zaaflarını ortaya çıkaran bir tehlike olarak algıladıkları için gerçek ölçülerden uzak durmaya çalışıyorlar. Bir başka etken, analiz yapıldığı zaman "yarı-doğruların" özellikle doğru olmayan yönünün öğrenilmesinin yarattığı korkudur. Ayrıca, analiz yapmaya başladığınızda, işinizin bileşenleri kadar bağlamlarının da farkına varıyorsunuz. Özellikle sistem kapasitesinin yetersizlikleri, sistem boşlukları ve yasal çerçevede kalarak sistem boşluklarını aşmanın güç olduğu gelişmekte olan toplumlarda analizin, aydınlatıcı etkileri kadar, korkutucu yönü de "caydırıcı" etkiler yapabiliyor.
Alışkanlıktan analize geçmeyi akademik çevreler "analitik 1.0" diye adlandırıyor. Bir ülkenin işyerlerinde yönetimin yüzde 80'i analizle iş yapmıyorsa, kaynak verimini gereken düzeye çıkarması zor. Dünyayı okumaya çalışanlar biliyor ki, önder konumundaki ülkeler, "analitik 1.0" çoktan aşmış "analitik 2.0 " dediğimiz büyük veriyi ehlileştirmede de önemli mesafeler almıştır. Gündemde ise "analitik 3.0 " denen, bilgiyi anlamaya, anlamayı bir yarara dönüştürerek sürdürebilir rekabet gücü yaratma aşamasında taşıyabilme var.
Tek tip düşünceden, çok kültürlülüğe ve çok sesliğe dayalı iş yapma tarzına geçiş: Alışkanlıkla yönetim anlayışı yerini analizle yönetime terk ederken, geleneksel tek tip düşünceye abananlar da ciddi biçimde piyasa dışına itiliyor. Çok odaklı üretim, çok kültürlü yönetim ve çok seslik aşamasına geçiş yapamazsak, yarı-doğrular ilerlememizi ciddi biçimde engelliyor.
İnsanların fikri ve fiziki erişebilirliğinin artması, sanayi toplumu standartlarının değişmesi, her anlamda akışların hızlanması, padişah iradesi gibi tek tip düşünce algısının kırılmasını gerektiriyor. Bu "geçiş sürecinin yönetimi" gündemdeki önemli sorunlarımızdan bir diğeri.
Uluslararası kurumların yaygınlaşmasının, ulusal kurumların hiper bağlantı ve bağımlılık koşullarında çalışma ihtiyaçlarının artması, işlerin tam ve doğru yapılmasında, çok odaklı üretimi, çok kültürlü yönetimi ve çok sesliliği yönetimin olmazsa olması haline getiriyor.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden yatırımcılar ülkemize gelirken, bizim girişimcilerimiz de yurt dışına yatırım yapmak için başka ülkelere gidiyor. Dışarda iş yaparken iki temel kavram önem kazanıyor: Birincisi "dışa açılma" kavramıdır. Dışa açılma, yurt dışında müşterilerin kabul edebileceği maliyet, kalite ve işlevde üretim yapabilme ve ürünlerinizi satabilmeyi anlatır. İkincisi "dünyaya açılma" kavramıdır; bu kavram da başka kültürleri anlayarak, o kültürlerin ihtiyacına göre mal ve hizmet üreterek müşteri tabanını genişletilmesi ve müşteri sadakatinin daha uzun süreli korunabilmesidir.
Geleneksel yönetim anlayışı ve geleneksel yönetici, tek tip düşünce egemenliğini, bastırılmış ve korkutulmuş kadroların sessizliğini "istikrar olarak" algılar. İş yerini kadroların ortak aklı ve akıl enerjisi ile yönetmek yerine, iş yerinde oluşan dukalıkların, ihtiraslı yetmezlerin "Şeyh uçmaz müritler uçurur" taktiklerine dayanır; sadakat, itaat ve tabiyet gibi edilgen erdemsizliklerden beslenir. Kapsayıcı kurum, fırsat eşitliği ve eşit hakların motivasyonunu, paylaşılan ortak aklın gücünü, katılımcı yönetimin erdemini, entelektüel ve sistem kapasitesinin yönlendiriciliğini ve kendini yeniden üretmenin mekanizmasını kapsar. Saydıklarımız kapsayıcı kurumların bileşenleridir; bütün bileşenler ve daha geniş kapsamı ile bağlamlar çok sesliliğe, çok kültürlüğe, katılımcılığa, paylaşımcılığa, işbirliğine ve güç birliğine vurgu yapar.
Yakın gelecekte uluslararası ticaret ağları içinde varlığımızı korumanın yolu, "alın teri aşamasından akıl teri aşamasına" geçiş yapmayı gerektiriyor. Bu da tek tip düşünceye prim vermeyen, çok sesliliği ve çok kültürlü yönetimi önemseyen, çok odaklı mal ve hizmet üretimini vizyonunun merkezine yerleştiren anlayış gerektiriyor.
Topluluktan topluma geçiş: İş insanlarının üzerinde düşünerek, günlük bakıştan uzun dönemli gelecek düşüncesine ilgilendiren plan çalışmalarına geçişin de "farkında olmaları" gerekir. Bu uzun dönemli geçişlerden biri de topluluk aşamasından toplum aşamasına geçilmesidir.
Topluluk yaşamı da hayatın bir gerçeğidir. Topluluk aşamasında, insanların düğünde, dernekte, toyda, oyunda, çarşıda, pazarda, sokakta, caddede, inançta ibadette, birbirlerini gözle ve sözle gözlemesi ve denetlemesini anlatan örgütlenme düzeyidir.
Toplum aşaması ise, hiç bilmediğimiz, hiç görmediğimiz, karşılaşma olanağımız hiç bulunmayan müşteriler, yani insanlar için en iyiyi üretebilme bilinç düzeyine erişilmesidir.
Uluslararası talebi olan ürün, kalite, marka yaratmak için, topluluk örgütlenmesi aşamasından toplum olma aşamasına geçilmiş olması gerekir.
Topluluk aşamasında, "...bir şey olmaz", "...kimse farkında olmaz" gibi anlayışlara yer vardır...Toplum aşamasında ise kendimizi müşteri yerine koyma bilinci egemendir.
Topluluktan topluma geçişin önemli göstergelerinden biri, medyadan akademik çevrelere tartışma gündeminin içeriğidir: Toplumun değerlerini, beklentilerini ve davranışlarını biçimlendiren bütün medya araçlarının, sivil inisiyatif çalışmalarının, akademik çevre tartışmalarının yüzde 80'ı sonuçlarla ilgiliyse, süreçlerin tartışılmasından uzaksa, nedenleri irdelemeye abanıyor, nasılları arka plana itiyorsa, orada topluluk aşaması aşılarak toplum aşamasına ulaşılamıyor.
Büyüme, fiyat istikrarı, para değeri, kur değişmeleri, bono fiyatları, tahviller, hisse senetleri, bono alış-verişleri, mevduat hareketlenmeleri, faiz oranları vb. bütün gün tartışılıyor da, ihraç edilen ürünler içinde ileri teknolojik katkının payının yüzde 3.5 gibi çok sınırlı olmasının tartışması cılız bir sesle yapılıyorsa, topluluk algısı aşılarak toplum aşaması düzeyine ulaşılamaz.
Sorunların çözümü birey düzeyine indiriliyor; gücü ve yakını olanların sorunları çözülüyor, sıradan yurttaşların sorunlar çözülemiyorsa, orada topluluktan toplum aşamasına geçilememiştir; toplumsal olayların sancılı olması kaçınılmazdır.
Bir yanlış anlama olmasın: Makro ölçekte sorunların, siyasi istikrarın, ekonomik istikrarın önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Ülke sorunlarının yarası makroekonomik sorunlar ise, diğer yarası da ekonominin en küçük teknik birimleri olan işletmelerin gelişmeler karşısında alternatif tepki biçimleri de diğer yarısını oluşturur.