Almanya göçü ve köy kalkınmasında hayal kırıklığımız
Doğduğum köyle fiziki mesafelerim uzaklaşsa da, psikolojik ve sosyal mesafeleri korumaya çalıştım. Seyrek de olsa köyden gelenlerin aktardıkları, üzüm yaprağı almak için yılda en az iki kez köye giden babamın anlattıklarıyla gelişmeleri izledim.
Köyümüz insanlarının 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Şavşet'den göçmeleri bir üst üretim alanına olmamıştı. Atalarımız mısır tarımı ve hayvancılık biliyorlardı; yeni yurtlarında buğday, arpa, fiğ ve tütün gibi ürünleri eklemişlerdi. Tütün doğrudan piyasa için üretiliyordu ama kamu tekelinin gözetim ve denetimindeydi,piyasanın öğreticiliğine açık değildi.
Arazilerin kıraçlığı, sulama olanaklarının yetersizliği, savaş sonrasında hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamıyordu; yoksulluğu artırıyordu. Köy Enstitisü'nden ayrılan Mehmet Çavuş' un önderliğinde bir araya Muş'a göç planları bile yapıldı.
Var olan topraklardan daha farklı ürünlerle durumu değiştirmek için kamu önderliği olmadığı gibi, köylünün iç arayışı da yoktu. Alışkanlıklar bir taassuba dönüşmüştü, babalar ve oğullar aynı üretim bilgisini kullandıkları için ürettiklerine değer katamıyordu.
Köyümüz insanında, okuyarak kamu ya da özel kesimde iş kapılarını açma konusunda da anlam veremediğim sessiz direnme vardı. Köy Enstitüleri gibi okullar "gavur mektebi" diye damgalanmıştı. Niksar'ın yakın ve yoksul bazı köylerde yatılı devlet okullarına çocuklarını gönderme konusunda daha istekli olmuşlardı. Bizim köyün insanının laik okullara karşı direncinin arka planına ilişkin zihnimde bazı düşünceler oluştu ama çok sağlam gerekçelere dayalı açıklamalar yapacak ayrıntı bilgisine sahip olamadım.
Almanya göçünün köyümüz insanının bakış açısını, üretim algısını, eğitim-öğretim anlayışını değiştireceğini umdum. Özellikle Sosyolog Mubeccel Kıray' dan okuduğum örgütlü toplumların yaşam biçimi ve yaşam tarzlarını değiştirdiğine ilişkin saptamalardan etkilendim. Atalarımızın ilk göçündeki olumsuz etkilerin, Almanya göçü ile ters yüz olacağını düşündüm. Sanayi üretiminde harikalar yaratan ve savaş sonrası psikolojisinin etkisinde olan Almanya'nın köyümüz insanın bakış açısını değiştireceğini, iş disiplini öğreteceğini, farklı üretim becerileriyle geri dönenlerin köyün kaderini değiştireceğini düşündüm. Gelişmiş ülke kırsalındaki üretim canlılığının köyümüze yansıyacağı düşüncesine kendimi kaptırdım.
Eğitim Enstitüsünde, gençlik örgütü TMTF ve Türkiye Öğretmenler Sendikası'ndaki (TÖS) aktif çalışmalarımla gelişen bilgelerimi, okuduklarımla artırıyor; bilgim arttıkça, Almanya' dan izne gelenlerde davranış biçimlerini not etmeye başladım.
İnsanlarımız kendini yalıtıyordu
Ülkemizde inanç özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünü ayıran, inanç özgürlüğünü kendi kutsal alanında koruyarak, düşünce özgürlüğünün sorgulayan, çeşitlendiren ve zenginleştiren özelliklerinden yararlanan bir yaklaşım yoktu. Eline fırsat geçiren inanç özgürlüğünün değerlerini, düşünce özgürlüğünün önüne koyuyordu. Doğuştan kazanılan değerlerin peşine takılmanın teslimiyetçiliği ve kolaycılığı alabildiğine yaygındı. Çok sonraları Mevlana'nın, bir saptamasını Tımur Kuran'ın kitabında rastladım: "İki yol var her insanın önünde/ Kolayını arar gelenekte dininde/ İçine yolculuk yaparsa eğer/Farklı yollar bulacaktır derinde".
Almanya' ya giden, eğitimsiz, yabancı dil bilmeyen insanların kendi içlerine dönük kapalı ilişkilerini kullanan ve "inanç rantı" sağlayan bireyler ve örgütlenmeler hızla arttı. Yurtiçinde ve yurtdışında çıkara dayalı örgütlenmelerin, inançların kutsallığıyla yaptıkları işleri perdelemesine uzun süre tanıklık ettik. Bugünün penceresinden bakıldığında isyan ettiğimiz bu durumu savunanlar hiç de az değildi.
Maddi ve kültürel zenginlik üreterek refah arttıran bir anlayışın kalıcılığı, uzun dönemli geleceği güven altına almasının önemi üzerine düşünen çok azdı. Almanya' da çalışanların parasına göz dikenler, farklı bir kültür karşısında eziklik hisseden insanları geniş ölçüde sömürdü. Sadece inançlar değil, onların alın terinden birikimlere de değişik yollarla ulaşılarak el kondu; kişisel çıkarlar için kullanıldı.
Bizim köyden Almanya'da çalışan çok insan, paralarını inanç tacirlerine kaptırdı. Birçoğu küçük kentlerde ev alarak birikimlerini konut alanına hapsetti. Bir kişi dışında kız çocuğunu okutan bilmiyorum. Erkek çocuklardan da önemli okullar bitirip kariyerini geliştiren ikinci ve üçüncü kuşaktan insan bilmiyorum.
İçtenlikle, köyümüz insanlarının Batı'nın en hızlı gelişen ülkesinden büyük bir üretim kültürüyle döneceğini bekliyordum. Oysa köylülerimizin hepsi değil, ama bir bölümü, orada en alt düzeyde işleri yaparken, işverenleri olan insanları "kefere, öteki dünyası olmayanlar" olarak değerlendiriyordu. Alman toplumunun zenginleşme ve gelişmesinden etkilenme yerine, kuru gururla o toplumu küçümseyen, kendini o toplumdan yalıtan, kendi inanç sistemiyle ilgili sınırlı bir anlayışın içine hapseden anlayış,gelişmelerin önünde duvarlar ördü. Bu sosyolojik olgunun enine boyuna analiz edilmesi gerekiyor.
Almanya' ya gidenlerin oradaki tarım ve hayvancılık alanındaki gelişmeleri gözleyerek köye aktardığına tanık değilim. Sanayide öğrenilmiş bir üretim şeklinin ülkemize taşındığına ilişkin bildiğim yok. Önemli bir gelişme olsaydı, mutlaka o bilgi bana kadar ulaşırdı.
Köye izne gelenler, yoksul günlerine göre,iyi para kazanınca iki temel eğilim öne çıktı. Birincisi, içinden çıktığı toplumu küçümsemeydi: Köyümüzün insanı üç kuruş para görünce köyde kalanları aşağılayanlara tepkiliydi. Bir manzum dörtlük o tepkiyi çok net yansıtıyor :"İngiliz İsmail'in kambur Loli'si/ Kendini sanıyor Konya Valisi/ Şuatlar'ın Deli Nuri'si/ Almanya'ya Pasaport almış duydun mu?"
Bu manzumun anlaşılması için biraz açmalıyım: İkinci Dünya Savaşı'nda İngilizler ve Churchill (Çorçil) çok duyulan iki isim. Ali Topçam o dönem genç olan iki kardeşten birine İngiliz diğerine Çorçil adını takmış. İlkokulu bitirdiğim yıllarda İngiliz denen köylümüzün adının İsmail, Çorçil'in de Mehmet olduğunu öğrendim. Loli de Almanya'ya çalışmaya giden İngiliz İsmail'in küçük oğlunun takma adı. Şuatlar köydeki büyük sülalelerden biri. Nuri ise doğuştan ileri derecede akıl hastası olan köylümüz.
İkinci eğilim de köyde kalanların göçenlerin sonsuz gelire sahipmiş gibi bir algının peşine takılmasıydı. Bu iki eğilim, insanlar arasındaki ilişkilerin belirlediği "sosyal mesafelere"de bozucu etkiler yaptı. Kardeşler dargınlığı, akrabalar küskünlüğü arttı; aşırı beklentilerin yerine gelmemesinin çatlakları giderek büyüdü.
Günah kimde?
Babamın " Ev danasından öküz olmaz" anlayışıyla beni köyden uzak tutması, benim de köyü çok aşan sevdalara takılmam nedeniyle kendime dönük eleştiriler yaptığım oldu: İç dünyama dönük yolculuklar yaparken,"Eğer, enerjini köyü değiştirmeye odaklasaydın, farklı şeyler olabilirdi" diye düşündüğüm oldu.
Kuşkusuz, başkalarının eksiğini söylerken, önce kendimizi sorgulamalı, kendimize ayna tutmalıyız. Bu açıdan köyde kurulan kooperatifin ne denli kötü yönetildiğini bildiğim halde açık ortamlarda eleştirmekten sakındım.
Hatırlama kültürümüzü güçlendirmek, geçmişte yaşananlardan bir ders çıkarmak gerekiyorsa, kişisel eksiklerimiz kadar toplumsal sorumluluklarımızı da açık yürekle ortaya koymalıyız: Almanya'ya işçi göndermenin ulusal ölçekte bir stratejisi yoktu. Plana inançsızlığımız işçi göçünde de egemendi. Belli bir strateji kavramı içeren bir işçi gönderme politikası yoktu. Gidenlerin eğitimi, ulusal imajı zedeleyecek davranışlar, ülkenin zenginliğine katkı yapacak gözlemlerin taşınması dikkate alınmadı.
Bugün "günah kimde?" diye sormanın anlamı yok. "Ne yanlışlar yaptık? Aynı yanlışları yineleyerek kaynak israf etmemek için hangi dersleri çıkarmalıyız?" diye kendimizi sorgulasak daha yararlı bir yol izlemiş oluruz.