Algılamada gecikme 2010'u da riske atıyor mu?

Fatih ÖZATAY
Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU [email protected]

Ay içinde yine olumsuz veriler peşi sıra yağmaya başladılar. Olumsuzluğun (şimdilik) doruk noktasını çarşamba günü açıklanan işsizlik rakamları oluşturdu. Açıklanan veriler yeni nüfus kestirimlerine dayanıyor. Yeni kestirimlere göre sadece iki döneme ait işsizlik rakamı ilan edildi: 2008 ve 2009 ocak. Durum gerçekten vahim: Bir yıl öncesine kıyasla işsizlik oranında 3.9 puanlık artış var. Şimdilik yeni rekorumuz yüzde 15.5. Tarım dışını ele alırsanız bu oran yüzde 19 olarak karşımıza çıkıyor.

İşsizlikteki bu düşüş şüphesiz esas olarak üretimdeki büyük düşüşten kaynaklanıyor. Şubat ayında imalat sanayi üretimi yeni bir düşüş rekoru kırdı: Yüzde 23.7. Mart ayında da benzer bir durum söz konusu olacak; hem kapasite kullanım oranı çok düşük bir düzeyde çıktı, hem de otomotiv sektörü üretimi.

"Dünle beraber gitti cancağızım/ne kadar söz varsa düne ait/şimdi yeni şeyler söylemek lâzım" ne zaman geçerli olacak? Elbette bu rakamlar 'dün'e ait. Ama dünden de ders almak gerekiyor. Üzerinde yazılıp çizilen ekonomi politikası önerilerini işbaşındaki yönetim çok önceden etraflıca değerlendirip kendi programına uygun gelenleri yürürlüğe sokabilirdi, mesela Ekim 2008'de. En az altı ay kaybettik. Neden böyle oldu? İlk önce bu soruya farklı bir çerçeveden bakmaya çalışayım. Sonra da 2009 ve 2010 büyümesi hakkında bazı yorumlar yapayım.

Ama önce "Krizi biz çıkarmadık ki" mazereti hakkında kısa bir iki şey söyleyeyim. Bu söz şunu çağrıştırıyor: Mahallede bulaşıcı hastalık çıkıyor. Millet kırılıyor. Bizim evde ise ailecek dikkat etmişiz. Toksik meyvelerden falan yememişiz. Bulaşıcı hastalıklardan uzak durmaya çalışmışız. Ama ne çare, mahalledeki bulaşıcı hastalık bizim haneyi de vuruyor. Çocuklar, "hastalıktan kırılacağız ilaç alalım" falan diye yakınıyorlar. Bizim hanenin önde gelenleri ise "Hastalığı biz çıkarmadık ki" falan deyip olan biteni küçümsüyor, bu yetmezmiş gibi bir de "bulaşıcı hastalık tellallığı yapmayın" diye yakınanları azarlamaya kalkıyorlar.

Algılama güçlükleri

Neden bu kadar geç kalındı? "Seçim vardı da ondan" açıklamasının dışında farklı nedenler arayalım. Sanıyorum sözünü ettiğim mazeretin arka planını oluşturan 'Bizim uslu çocuk olduğumuz inancı' ve eski krizlerdeki gibi ani kur ve faiz hareketleri yaşamamamız olan bitenin algılanmasını geciktirdi.

Hem 1994 hem de 2001 krizlerinde ani spekülatif ataklara tanık olduk. Çok kısa sürede faiz ve kur fırladı, dövize hücum yaşandı. Evet, arka planda bozuk iktisadi temeller vardı. Ama bu bozuk iktisadi temeller krizin patlak verdiği tarihten altı ay ya da mesela 1.5 sene önce de vardı. Her iki krizin tam da o tarihlerde çıkmalarının temel nedeni tetikleyici unsurların varlığıydı. İşte bu ani tetikleyici unsurlar nedeniyle çok önemli hareketler yaşandı piyasalarda.

1994'de faizleri suni olarak düşürme sevdasıyla iptal edilen Hazine borçlanma ihaleleri ve bu eylem sonucunda bütçe açığının finansman ihtiyacının Merkez Bankası'ndan sağlanmak zorunda kalınması tetikleyiciydi. 2001'de ise bankalarda çok büyük sorun olduğu algılamasını yaygınlaştıran bankacılara yönelik adli operasyonlar ve ardından "Büyük bir siyasi krizle karşı karşıyayız" açıklaması.

Oysa şimdi yaşadığımız krize bakınca böyle bir gelişme görmüyoruz. Kısacası o dönemlerdekine benzer bir spekülatif atak yaşanmadı Türkiye'de. Hem arka plan o dönemlerdeki kadar bozuk değildi, hem de ani tetikleyici bir şey olmadı. Olan biten yavaş yavaş gelişti. Gerçi bu gelişmenin ne yönde ve hangi kanallardan gerçekleşeceği belliydi; çok önceden yazıldı çizildi, bu köşede de yer aldı. Dış ve iç kredi kanalının tıkanacağına, ihracatın düşeceğine, güven azalmasının iç talebi bıçak gibi keseceğine çok önceden dikkat çekildi. Bu beklentiler gazete köşelerinde yer alıyorken, mesela daha kredi miktarında bir azalma gerçekleşmemişti. Sonuçta bu dört kanaldan gelecek etkilerle üretimin düşeceği, işsizliğin azalacağı aylar önceden belirtildi.

Ama bu yavaş gelişme, çok keskin kur ve faiz hareketlerinin yaşanmaması, özellikle de 1994 ve 2001'de olduğu gibi faizlerin uzaya fırlamaması, önemli sorunlarla karşı karşıya olduğumuzun algılamasını son derece geciktirdi. Bu uyarılara karşın geciktirdi.

Önemli farklılıklar

Uygulanacak ekonomi politikalarından alınacak sonuçlar açısından da son yaşadığımız krizi daha öncekilerden (1994 ve 2001) ayıran birçok özellik var. Daha öncekileri biz çıkardık, şimdiki ise küresel. Krizin küresel niteliği ve mali piyasa ağırlıklı olması küresel likiditenin son derece azalacağını söylüyor bize. Bu durumda, bize ve bizim gibi ülkelere gelen sermaye de çok düşük bir düzeyde olacak. Yapılan tahminlere göre bu sermaye miktarı, 2007'de ulaştığı 950 milyar doların üzerindeki düzeyden, 2009'da 180 milyar doların altına düşecek. Oysa daha önceki krizlerde, kriz sonrasında uygulamaya başladığımız programlar sayesinde yeniden sermaye çekebilmiştik. Şimdi ciddi bir programı yürürlüğe koysak da çekebileceğimiz miktar çok kısıtlı.

1994'te ve 2001'de küçülen iç piyasayı dışarıya mal satarak bir ölçüde telafi edebilmiştik. Oysa şimdi mal sattığımız ülkelerin büyük kısmının ekonomileri daralıyor, bizim sattığımız mal miktarı da bu daralmaya paralel olarak düşüyor. Özellikle bu ikinci farklılık 2009 büyüme hızımız üzerindeki temel belirleyicilerden birisi olmaya aday. Mart ayındaki yazımda bir araştırma sonucu vermiştim. Eğer mal ve hizmet ihracatımız 2009'da reel olarak yüzde 10 azalmak yerine 2008'deki düzeyinde kalırsa, büyüme hızımız ihracatın azaldığı senaryoya göre 3 puan daha yüksek oluyordu: Yüzde 6.5 yerine yüzde 3.4'e düşüyordu küçülme hızı.

Sözünü ettiğim dış ticaret etkisinin çok belirleyici olmasının bir nedeni daha var. Türkiye ekonomisi 2001 krizinden sonra daha açık bir ekonomi haline geldi. Dış ticaretin milli gelire oranı yükseldi. Özellikle bazı sektörlerin üretimlerinin önemli bir kısmı ihracata yöneldi. Mesela otomotiv sektörünün 2008'deki tüm üretiminin yüzde 79.3'ü yurtdışına satılmış. Bu durumda küresel talep azalması bu tip sektörleri kalbinden vuruyor.

Dış koşullara bağımlılık

Dolayısıyla, biz elimizden geleni yapsak da, alacağımız sonuçların olumluluk düzeyi küresel koşulların nasıl gelişeceğine bağlı. İç talebe ilişkin tedbirlerin bu aşamada belirsizliği bir tarafa bırakılırsa, büyüme hızı esas olarak kontrol edemeyeceğimiz iki dış unsur tarafından şekillenecek: Bu iki unsur ihracatımızın ana belirleyicilerinin başında gelen dış talep (mal sattığımız ülkelerin büyüme hızı) ve küresel mali sistemdeki depremin sona erip ermeyeceği.

Mal sattığımız ülkelerin ekonomilerinin bundan sonra toparlanmaya başlayıp başlamayacakları önemli. En iyimser yorumcular bile küresel toparlanmanın 2010'un ilk aylarına sarkacağını söylüyorlar. Bu durumda ihracat açısından 2009'da fazla iyimser olmamak gerekiyor.

Farklı bir ifadeyle, uygulayacağımız politikaların büyüme hızı ve istihdam üzerine etkileri sınırlı kalacak. Üstelik aşağıda tartışmaya çalıştığım gibi, bu politikaların ne ölçüde olumlu etki yaratacakları yukarıdaki ayrımdaki ikinci unsur ile ilgili: Küresel mali piyasalar nasıl bir yol izleyecek bundan sonra?

'Uygulayacağımız politikalar' dedim; var mı eylemsizlikte bir değişiklik? Olacak gibi: Önümüzdeki en büyük değişiklik IMF ile yapılacak anlaşma ve alacağımız önemli kredi desteği olarak görünüyor. ABD Hazinesi'nin (yönetiminin) desteği ve IMF'nin olanaklarının artması bir araya geldiğinde, anlaşılan önden yüklemeli ve daha önce söylenenin oldukça üzerinde bir kredi anlaşması yapmak mümkün olacak.

Bu anlaşmanın ve alınacak kredinin ekonomiye duyulan güveni artıracağı açık. Bu, faizlerin ve özellikle de döviz kurunun ana eğiliminin, dışarısı karışmadıkça yukarıya doğru olmaması anlamına gelir. Güvenin kalıcı olması, tüketim ve yatırım harcamalarına dönüşmesi ise yine dışarısı ile ilgili. Buradaki 'dışarısı' küresel mali piyasalar oluyor.

Küresel mali piyasalar hakkında hâlâ karamsar olanlar var. Bu durumda ekonomiye duyulan güvenin harcamaları tetikleyecek ölçüde artıp artmayacağından emin olamıyoruz. Kaldı ki salt güvenin artması da yeterli değil. Çünkü tüketimin ve yatırımın azalması iç ve dış kredi kanalının tıkanması ile de ilgili. Güvenin artması elbette iç kredi açma ve alma isteğine olumlu yansır. Ama bu kanalı daha da açmak istiyorsak kredi garanti sistemi de devreye girmeli. Eğer IMF ile yapılacak anlaşma, hem yeni kredilere hem de mevcut kredi stokunun yeniden yapılandırılmasına yönelik garanti sisteminin kurulmasına izin verirse ki vermesi gerekir, bu açıdan daha olumlu bakabiliriz ileriye.

Güven o zaman nasıldı, şimdi nasıl?

Tüketici ve yatırımcı davranışlarının temel belirleyicilerinin başında ekonominin geleceğine duydukları güvenin geldiğini biliyoruz. Hem iktisat kuramı bunu söylüyor, hem de etrafımızda olan biten böyle olduğunu gösteriyor. Etrafımızda olan biteni daha 'kitabi' bir şekilde; bir takım teknik modeller yardımıyla incelediğimizde de aynı sonuç ortaya çıkıyor. Özel sektör yatırım harcamalarını önemli ölçüde etkiliyor güven. Tüketicilerde de böyle ortamlarda 'bekleyelim hele, bir görelim, sonra ona göre davranırız' davranışının çok yaygın olduğunu gösteriyor uygulamalı çalışmalar.

Ekonomiye duyulan güveni ölçmek bu çerçevede büyük önem kazanıyor. Türkiye'ye yönelik olarak bu işlevi yerine getirmeye çalışan çeşitli endeksler var. Bunlar ekonomi basınınca yakından izleniyor ve değişikliklerinden okuyucular haberdar ediliyor. Söz konusu güven endekslerinden bir tanesi de Merkez Bankası'nca yayınlanan reel kesim güven endeksi.

Türkiye açısından bakılınca eski krizlerden elde edilen ders şu: Ekonomiye duyulan güven, kriz ortamlarında hızla azalıyor ve harcamaların kısılması yoluyla krizin derinleşmesinde önemli bir rol oynuyor. Ama tersi de doğru. Sorunların üzerine giden ciddi bir ekonomik program uygulanmaya başlanırsa, güvende toparlanma oldukça kısa sürede gerçekleşiyor. Grafik 1'de ocak 2000 ile aralık 2002 dönemi için reel kesim güven endeksinin hareketleri gösteriliyor. 100'ün üzerindeki değerler (yatay çizgi) güvenin arttığı, altındakiler de azaldığı anlamına geliyor. Hızla bozulma ve toparlanma açıkça görülebiliyor. Şüphesiz 'hız' göreli bir kavram; o dönemde 'hızlı toparlanma' 11-12 ay sürmüş. Endeksin son dönemlerdeki gelişimi güvenin yine hızla bozulduğunu ve yerlerde süründüğünü gösteriyor (Grafik 2).

2009 revizyonu ve 2010 tahmini

Tüm buraya kadar sayılanlardan olumlu olan seçenekler devrede olsa bile dış kredi kanalındaki tıkanıklığın bir çırpıda açılması beklenmez. Zira küresel mali sistem çökmüşken, biz içeride kendimize çeki düzen versek de bulabileceğimiz kaynak miktarı kısıtlı.

Bir de artan işsiz sayısı ve çalışanların büyük kısmının ücretlerinin artmaması nedeniyle de harcamalar azalıyor. İçeride üretilen mallara olan talebi artıracak politikalar uygulanmadıkça bu durumun 2009'da değişmesini beklememek gerekiyor. Tüm bunları alt alta toparlarsanız IMF ile anlaşma imzalansa da 2009'da ekonomimizin önemli ölçüde küçülme olasılığının kuvvetli olduğu ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede hafta içinde 2009 için açıklanan yeni tahminleri 'gerçeğe yaklaşılması' anlamında olumlu buluyorum. Seçimden önce yapıldığı gibi inat edilip tahminler değiştirilmeden bırakılsaydı ne olurdu? Açıklanan rakamlar yeteri kadar olumsuz. Ama bu inatçılık durumunda, "ne yaptıklarını biliyorlar mı" sorusu yaygınlaşıp yönetime duyulan güven iyice erozyona uğrayacağından, daha olumsuz rakamlar gerçekleşme olarak karşımıza çıkardı.

Büyüme hızı eksi yüzde 3.6 olarak açıklandı, bütçe açığının gayrisafi milli hasılanın yüzde 5'i kadar olacağı belirtildi. Hatırlarsanız daha önce TEPAV'da yaptığımız çalışmadan elde ettiğimiz tahminleri vermiştim 2009 için (rapora şu adresten ulaşılabilir: http://www.tepav.org.tr/tur/index.php). Buna göre her şey kendi haline bırakılırsa, yani önlem alınmazsa ve şubat sonundaki dışsal koşullar da yıl boyunca değişmeden kalırsa, ekonomi yüzde 5.5 oranında küçülüyordu. Ek önlemler alındığında, yani IMF ile anlaşıldığında, kredi garanti sistemi devreye sokulduğunda ve yurtiçinde üretilen mallara olan talebi artırmak amacıyla harcama eğilimi yüksek gruplara yardım edildiğinde bu tahmin daha az karamsar bir hal alıyor ve eksi yüzde 3.6 oluyordu.

TEPAV tahminleri çerçevesinde bakıldığında, yetkililerin IMF ile anlaşılacağı ve kredi garanti sisteminin yürürlüğe koyulacağı hakkındaki açıklamaları da dikkate alındığında yüzde 3.6 küçülme tahmini gerçeğe uzak değil. Ama gerçeğe daha yaklaşabilmesi için bu tahminin, iç talebi artırıcı ek önlemlere ihtiyaç var. Bunlar ne ölçüde hayata geçirilecek bilemiyorum. Bütçe kısıtı nedeniyle bu cephede yetersiz tedbir alınırsa, küçülme hızı şüphesiz 3.6'dan daha yüksek olur.

Bir de yukarıda değindiğim iki dışsal unsur hakkındaki belirsizlikleri ekleyin. Küresel mali sistemde İsveç'in 1990'ın ilk yarısında yaptıklarına, bizim ise 2001 krizinin hemen arkasından yaptıklarımıza benzer radikal uygulamalar henüz yok ortada. Reel sektörde toparlanma emareleri ise henüz görünmüyor. Eğer bu iki koşulda kötüleşme olursa ya da iyileşme gecikirse, bu küçülme tahmini oldukça iyimser kalabilir.

Aynı yorum 2010 büyüme hızı için yapılan tahmin (yüzde 3.3 büyüme) için de geçerli. Söz konusu iki dışsal koşul olumlu yönde değişmezse 2010'da büyümeme riski bile olabilir. Ama bu risk şimdilik yüksek görünmüyor. Biraz daha veriye ihtiyaç var daha kesin konuşmak için.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Havuz problemi 01 Ağustos 2018
Elbette zor ama mümkün 20 Haziran 2018
Bazı basit gerçekler 06 Haziran 2018