Algı yükselmeden yatırım artmaz
Eskiden yaz sıcakları bastırınca hayatın temposu da, gerginliklerin ve belirsizliklerin dozu da birden düşü verirdi. Şimdi sıcaklar daha da bunaltıcı, ama ne ekonomide, ne de küresel ve bölgesel gerginlikler konusunda içimiz rahat, her an yeni sürprizlerle karşılaşma ihtimali var. Üstelik bu sürprizlerin hemen hiçbirini önlemek bizim elimizde değil. Kıbrıs görüşmelerinde yaptığımız gibi rasyonel davranmak ve dünya ile aynı dili konuşmak, artık kısmen tamamen edilgen durumda bulunduğumuz, kısmen de, ekonomide olduğu gibi, kendi ihmalkarlığımız sonucu kontrolü yitirdiğimiz sorunları aşmak ve belirsizlikleri gidermek için yeterli değil. Yine de hiç değilse başkalarından daha fazla zarar görmemek için kendi doğrularımızı bulmak, dünyayı kendimizden ibaret saymaktan vazgeçmek, tek zenginliğimiz olan insan kaynağımızı hoyratça harcamaktan kaçınmak zorundayız. Özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada hiç de küçümsenmeyecek demokrasi ve piyasa ekonomisi deneyimimizin hakkını vermek için zaman savurganlığını daha fazla gecikmeden bırakmak, bunun için de zümre çıkarlarının ve küçük hesapların değil ortak değerlerimize ve herkesin bizden daha fazla farkında olduğu potansiyelimizi nasıl gerçekleştireceğimize odaklanmamız gerekiyor.
Günü kurtarırken cazibeyi ıskalamak
Yılın ilk çeyreğindeki büyümeye, bayramdan önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, aşırı bel bağlamama durumundayız. Bu, hem kredilerde, tüketimde ve kamu harcamalarında yüksek artışın enflasyonu ve vergi artışının geride kalmasından ötürü bütçe açığını büyütmesi, hem de bunca teşviğe rağmen imalat sanayii yatırımlarının çok düşük kalması nedeniyle böyle. Küresel doğrudan yatırım cazibesini gösteren araştırmalarda da yerimiz son yıllarda sürekli geriliyor. OECD rakamlarına göre en büyük yükselen piyasa ekonomileri arasında da hem yıllık ortalama dış yatırımlar, hem de birikimli dış sermaye stoku açısından sonuncu durumdayız. Meksika'da dış yatırım stoğu 509 milyar dolar iken bizde bu rakam yeni yüzyılın ilk 13 yılındaki büyük sıçramaya rağmen ancak 150 milyar dolar. Meksika, arka bahçesi olduğu ABD'den büyük katkı alırken biz doğal ticaret ortağımız ve ana dış yatırımcımız olan AB ile ilişkimizi zayıflatmak için uğraşıyoruz. Üstelik AB ilişkimiz, başta Japonya ve Çin olmak üzere uzak Asya ülkeleri (hatta orta doğulu din kardeşlerimiz) gözünde yatırım cazibemizi belirleyen temel faktör iken... Ayrıca büyüme modelinde ve ekonomi politikalarındaki günü kurtarmaya dönük tercih yanlışları yüzünden hızlanan döviz kuru volatilitesi ve başta vergilendirme olmak üzere finans düzenleme ve uygulamalarının durumunu gösteren 2017 finansal karmaşıklık endeksinde 94 ülke arasında en kötü ülke oluşumuz da tahmin edeceğiniz gibi cazibemize pek yardımcı olmuyor. Geçenlerde yine söz etmiştik, 500 büyük sanayi kuruluşumuzun Ar-Ge harcamaları da 2016'da yüzde 16 azalmış. Yani üretimdeki katma değer ve ihracattaki teknoloji düzeyi gibi öteden beri hazzetmediğimiz bir konuda da yeni bir ümit ışığı yok. Ekonominin ve büyümenin odağını inşaattan imalat sanayiine çevirme beklentileri de şimdilik sonuç vermedi. Artan krediler, üretimde ivme yaratmak yerine reel sektör şirketlerinin borç çevirmesine ve ayakta durmasına yardım etti. Hükümetin, bir yandan enflasyon, cari açık ve bütçe açığı riskleri, diğer yandan büyüme ihtiyacı arasında yapabildiklerinin ya "tanzim" ithalat düzenlemeleri, ya da zaten doyum noktasına gelmiş dolaylı vergilerin yerine kamu kuruluşların elindeki gayrimenkuller gibi vergi dışı gelirlere ya da geçmişte sıkça görüldüğü gibi geçici kaynak takviyesi işlevi görecek yeni vergi ya da varlık barışı gibi düzenlemelere başvurmak olduğu görülüyor. Üstelik böylesi tedbirlerin uzun vadede daha kilit önem taşıyan mali disiplin ve tarım reformu gibi önceliklere zarar vermesi söz konusu. Gerçi "altına dayalı kira sertifikası veya tahvil" ya da "alacak sigortası “gibi daha yenilikçi ve ufuk açıcı konularda da çalışmalar olduğu anlaşılıyor, ama bizde konuşma ile uygulama arasına büyük zaman aralıkları girdiği için, bunların etkileri konusunda öngörüde bulunmak zor. Bir de stratejik planını ve özellikle profesyonel kadro ve portföy yönetim yöntemleri açısından uygulamalarını görmediğimiz için hala teknik olarak umutlarımızı koruduğumuz Varlık Fonu girişimi merak uyandırmaya devam ediyor.
Devekuşu algısı yaratmamalıyız
Gelelim en önemli hususa, yani olan biten ve yapılan edilen ne olursa olsun,ekonominin.iş ve yatırım ortamının dışarıdan nasıl algılandığına!.. Önemli çünkü bizim genellikle böyle bir faktörü genel olarak görmezden gelme gibi bir alışkanlığımız var. Oysa genel kabul gören bir önerme var: Nasıl algılandığınız, gerçekte ne olduğunuzdan daha önemlidir. Uluslararası toplantılarda bizim kamu ya da özel kesim temsilcilerimizin fazla cilalı sunum yapma eğiliminde olduğunu, az ya da çok sayıdaki yabancı dinleyicinin sessizce dinleyişini de sunumu beğendiklerine işaret saydıklarını görüyoruz. Anlaşılan fazla araştırma yapmadıkları için Türkiye hakkındaki bilgilerinin bizim sunum ile sınırlı olduğunu varsayıyoruz. Sonra da algı anketlerinde ya da endekslerinde neden geride kaldığımızı görünce şaşırıyoruz. Mayıs sonlarında Washington'daki yıllık ATC konferansında da benzer sahnelere tanık oldum. Öyle ki Türkiye'de görevli bazı yabancı CEO'lar da, muhtemelen bizleri ve konferans düzenleyicilerini gücendirmemek için hikayemizin sadece olumlu tarafına vurgu yaptılar. Söylediklerinde dişe dokunur içerik sadece "ekonominin potansiyeli/ esnekliği ile "bankalar sisteminin sağlamlığı" idi. Ekonomideki zaaflar ve reform alanlarına(tasarruf azlığı, sığ sermaye piyasaları, düşük kadın istihdamı, arge eksikliği vs.) ancak soru olunca şöyle bir değindiler. Oysa çekinmemize gerek yok, her ülkenin sorunları var. Önemli olan onlarla serinkanlılıkla yüzleşip belirli zaman boyutunda nasıl aşacağınızla ilgili planlarınızın planların gerçekçi olduğunu gösteren uygulamalarınızın bulunması. Biz ise ancak sıkışınca bu yolda bir iki adım atıyor (örneğin Başbakan Yardımcısı Şimşek’in geçenlerde ekonomide güven ve öngörülebilirliği arttıracak çalışmalara öncelik verileceği açıklaması), atlatınca eski duruşumuza avdet ediyoruz. Sonuçta kendimize haksızlık etmiş oluyoruz, deve kuşu algısı yaratıyoruz.