Algı yönetiminde riskli ikilem
Oldukça ilginç bir ülke olduğumuz kesin. Bu kadar yoğun ve kısa vadeli bir seçim atmosferinde olmamıza rağmen ekonomideki dalgalanmalar ve yeni gelişmeler hız kesmiyor. Gerçi bu hareketlilik, piyasalar ve yatırımcılar açısından bir “bekle-gör” dönemini yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor. Olan biten daha çok ekonomideki canlılık ve büyüme trendinin devam edeceği algısını yaratmaya yönelik genişlemeci tedbirler. Gerçekten de, temel göstergelerde iyileşme olmadığı ve kırılganlıklar arttığı halde, borçlanmayla tüketim ve emlak alımı, kısa dönemli ciro artışları ya da rant fırsatları geniş kesimlerde böyle bir algı oluşmasını sağlayabiliyor. Ancak finansman kaynaklarının daraldığı ve maliyetinin sürekli arttığı, imalat sanayii yatırımlarının ise uzun süredir durgun olduğu bir ortamda bu algının sürdürülmesi güç. Üstelik büyümeye rağmen işsizliğin ve cari açığın düşmediği, döviz kurunun düştüğü dönemlerde bile enflasyonun azalmadığı, kredilerde hazine kefaletine rağmen faizlerin yükseldiği bir ekonomide bunun yükünü kamu kaynakları ile karşılamaya çalışırsanız sorunlarınıza bir de artan bütçe açığını eklemiş oluyorsunuz. Hele geçmiş yıllarda çok yararlı bir çıpa işlevi gören “faiz dışı fazla”nın neredeyse ortadan kalkmış olması yakın geleceği tümüyle öngörülmez hale getirebilir. Radikal kararlardan ve reformlardan kaçındığımız sürece ne yazık ki kamu kaynaklarına yüklenmeye elimiz mecbur; çünkü hem bankacılık kesiminin kredi yaratma kapasitesi sınırlarına dayanmış, hem de reel kesim borçluluğu milli gelire oranla 2002’de %26 olan düzeyinden 2017’de %73’e çıkmış durumda.
Canlılık algısının maliyeti yüksek
Son haftalarda ardı ardına açıklanan tedbirler, Fitch’in “Türkiye’nin yükselen pazarlar içinde en genişlemeci ekonomi olduğu” tespiti ile aynı zamana denk geldi. Nitekim akaryakıt zammından kaçınmak için üzerindeki ÖTV’nin azaltılması, işyeri satışında KDV’nin 10 puan düşürülmesi, bilanço esasına tabi işletmelerin gayrimenkul satış kazançlarına bir yıllık yeniden değerleme yoluyla düşük vergi uygulanması, 35 milyar liralık yeni KGF paketiyle işletmelerin zayıf işletme sermayelerine destek sağlanması başta konut olmak üzere piyasaları canlı tutmak ve seçmeni rahatlatmak amaçlı. Aynı şekilde ilk dört ayda 14.5 milyar TL bölümü bina ve yol harcamaları olmak üzere artan bütçe giderleri, geçen yılın aynı dönemine göre bütçe açığını %30 artırmış durumda. Bu arada Merkez Bankası’nın ısrarla sabit tutulan politika faizi ile gerçek fonlama faizi arasındaki makas % 6 olurken, iki yıllık gösterge tahvil faizi bunun da %3 üstüne çıkarak %17’yi aşıyor.
Sorun seçmen beklentisi ile piyasa beklentisinin farklılaşmasında. Seçmen algısına yönelik politikalar, kurumsal direncin de zayıflamış olması nedeniyle, enflasyonu, ikiz açığı ve döviz oynaklığını arttırınca küresel yatırımcının Türkiye’ye yönelik risk iştahı azalıyor. Yani mevcut iktidarın 2002’den beri ekonomik vizyonunun temel taşlarından olan “küresel sermayeyi cezbetme” hedefi, içeride algıyı yüksek tutma kaygısına feda ediliyor. Bu tutum, dış borçları uzunca bir süredir makul tavan limitlerini ( yani ihracatın ve/veya tasarruf toplamının iki katını) aşmış olan, üstelik bu borçları verimli ve kapasite yaratan alanlarda değil tüketime ve bir defalık niteliksiz istihdama dayalı alanlarda kullanan bir ekonomide dikişlerin atmasına ve algı yönetiminin zorlanmasına yol açar.
Günü değil geleceği kurtarmalıyız
Sorunlarla yüzleşmede ve çözüm geliştirmede algı yaratma ve kozmetik tedbirler alma alışkanlığımız sadece ekonomide, eğitimde, dış politikada değil sosyal yaşamda da geçerli. Sözgelişi herkesin ağzına pelesenk olan “kadın hakları” konusunda tutumumuz içten değil. Kadınların her alanda, eğitimde, iş hayatında, sivil toplumda erkekler ile fırsat eşitliği ve eş ağırlık kazanmasını savunmak yerine kadın kotası vb. makyaj girişimleriyle görüntüyü kurtarmaya çalışıyoruz. Böylece kendi ailelerinin gücü ya da eğitimli ebeveynleri sayesinde bu imkanlardan yararlanmış az sayıda kadına, uygulaması aksasa da, pozitif ayrımcılık yaparak sorunu çözeceğimizi düşünüyoruz. Oysa amaç, zorlama denklik görüntüsü yaratmak değil, çok daha fazla kadının sisteme katılarak, tıpkı erkekler için olduğu gibi, en iyilerinin öne çıkması imkanını yaratmaktır. Kadın işgücü önemli bir iç dinamik haline böyle gelir.
Geçen yaz okumuştum, İstanbul’da çeşitli eğitim düzeylerinden kişilerle yapılan kapsamlı bir araştırmada iki ilginç eğilim ortaya çıkmış: Birincisi mevcut girişimcilerin yarıya yakınının ilköğretim mezunu oluşu, ikincisi yeni kuşaktan yüksek eğitimlilerin baby boom ve X kuşaklarının aksine kurumlarda çalışmak yerine girişimci olmak istemesi. Bu önümüzde önemli bir fırsat olduğunu gösteriyor. Çünkü artık mecburiyetten girişimcilik yerine bilinçli ve tercihli girişimcilik yaygınlaşıyor. Eğer algı yönetimine harcadığımız kadar bir çabayı bu alanda gösterip uygun ekosistemi oluşturabilirsek bu yeni kuşak girişimciler hep özlediğimiz başarı hikayesini ve bunun için gerekli toplumsal dönüşümü yaratabilir. Artık enerjimizi ite kaka ayakta durmaya değil, gelecek yatırımına sarfetmek zorundayız.