Aklının arkasında ne var?
Geçen hafta, işletmecilik gurularına değineceğimi yazmıştım. Haftalık yazılarım geçmiş haftaların yazıları üzerine inşa ediliyor. Kaçırmış olabileceğiniz varsayımı ile zaman zaman kendimi tekrar edeceğim. Anlayacağınız gurular bir sonraki haftaya kaldı. Eskiden gazetelerde pehlivan tefrikaları vardı. Bu tefrikalar da ünlü bir güreşçinin bir karşılaşması haftalar boyu anlatılırdı. Pehlivan rakibinin kolunu tutar sıkar, ertesi günkü yazıda kolunu sıkarken bir bacağını ileri atar, üçüncü gün ileri attığı ayağını geri çeker öbür ayağını ileri atardı. Türkçemizde uzayıp giden şeylere 'pehlivan tefrikası' denilmesi bundandır. Yazılarım her nekadar birbirlerini takibedeceklerse de her yazıda değişik bir konuya değineceğim.
Bazen bu çok açık deyip bazı konuları çabuk kapattığım oluyor. Daha önce yayınlanan yazımda KOBİ'lerin alacaklarının tahsilini hızlandıracak yasa tasarısı örneğini vererek "Bu yasa konusunda yazı yazacaksanız AB'nin 24 Ocak 2011 tarihinde yayımladığı direktifini ve 57/10 ve 5174/11 sayılı kararnamelerini inceleyip bunların gerekçe ve uygulamalarının ülkemiz için geçerli olup olmadığını düşünecek ve bu yasa ile parasını zamanında alamıyanı kurtarayım derken hem alacaklıyı hem de borçluyu batırmamaya da dikkat edeceksiniz" demiştim.
"Bu kanunların gerekçe ve uygulamalarının ülkemiz için geçerli olup olmadığını düşüneceksiniz" derken fikir ithal ederken çok dikkatli olunmasını öneriyordum. Gerçi uçlarda ama bir örnek vereyim. Yıllar önce hemen hemen tüm gazeteler Babıali denilen semtte olduğu için basın dünyasına babıali, yerli film şirketleri Beyoğlu Yeşilçam sokakta olduklarından sinema alemine yeşilçam denilirdi. Bir de deyiş vardı, "Babıali dışarıdan patron, Yeşilçam dışardan damat istemez" diye. Doksanlı yıllarda Babıali'ye dışarıdan Asil Nadir girdi. O yıllarda basın dünyasında olup bitenleri okul arkadaşım Arda Uskan'ın usta kaleminden okuyabilirsiniz. Nadir'in planları arasında satın aldığı Günaydın, Güneş gazeteleri ve Gelişim Yayınları'nın yöneticilerinin eğitimi de vardı. Ben de Londra'da yapılan bu eğitim programına danışman olarak davet edilmiştim. Eğitmenler de bir iki İngiliz gazeteciydi. Eğitimin önemli bir bölümü gazetelerin gelirlerini nasıl arttırabileceklerine ayrılmıştı. Konuda uzman olduğu söylenen İngiliz Hanım KOBİ küçük ilanlarının ne büyük bir pazar olduğundan bahisle Türk meslekdaşlarının KOBİ küçük ilanlarından para kazanan İngiliz'leri örnek almalarını önerdi. Bir yöneticinin "İlan alması kolay, parayı nasıl tahsil edeceğiz?" sorusuna İngiliz Hanım bunu bimeyecek ne var edasıyla "Tabii ki çekle" diye cevap verince odadaki gülüşmeleri hala hatırlarım. Bırakın o yılları bu öneriye bugün bile gülenler çıkar.
Bir de "Bu yasa ile parasını zamanında alamayanı kurtarayım derken hem alamayanı hem de ödeyemeyeni batırmamaya dikkat edeceksiniz" demiştim. Yasa AB'de KOBİ'lerin özel ve devlet kurumlarından alacak ödemelerinin gecikmesi halinde faiz ve sabit bir miktar da ceza getiriyor. Borçlu KOBİ'lerin gecikme faizi, sabit ceza ödemesi, tahsil masrafı falanla nasıl uğraşacakları düşünülürken, alacaklıların da tahsilatı ne süratle yapabilecekleri ve o zamana kadar nasıl dayanacakları da hesaba alınmalı. Türkiye'de devletin kendi ödemelerine gecikme faizi ve ceza ödemesini nasıl ve nereden yapacağı da ayrı bir sorun. İleride bu konuya yeri gelecek tekrar değineceğim.
Aynı yazımda haber yorumu yazmanın zorluğuna da değinmiştim. Bu konuda iki sütun yazı için çok emek gerektiğine değinerek bu tür yorumlar yazmayacağımı söylemiştim. Şimdi ne tür yorum yazacağımı anlatabilmek için sizinle Türk Dil Kurumu 'yorum' kelimesini nasıl açıklıyor onu paylaşmak istiyorum. TDK kelimenin beş anlamı olduğunu yazıyor: 1. Bir yazının veya bir sözün, anlaşılması güç yönlerini açıklayarak aydınlığa kavuşturma; 2. Bir olayı belli bir görüşe göre açıklama, değerlendirme; 3. Gizli veya hayalî olan bir şeyden anlam çıkarma; 4. Bir ürünün, bir modelin, bir sanat eserinin farklı bir açıdan ele alınarak yeniden oluşturulmuş biçimi; ve de 5. Bir müzik parçasını veya bir tiyatro oyununu kendine özgü bir duyarlık ve teknikle çalma, söyleme veya oynama. Bizi ilgilendiren birinci ve ikinci tanımlar. Ben yorum yaparken kelimenin ikinci tanımını kullanacağım.
Bu tanıma göre yorum yapabilmek için bir görüş sahibi olmanız gerekir. Belli bir görüşe dayanmayan yorum bu anlamıyla "bana öyle geliyordan" öteye geçemez. Bu nedenle önce sizleri yorumlarımın neye dayandığını anlatmam gerek. İşletmecilik konusunda benim bu tutumumun olağan dışı olduğunu itiraf zorundayım. Ekonomik, toplumsal ve siyasi konularda yazı yazanlarda doğal sayılan bir şey konu işletmecilik olunca garip karşılanıyor. Ekonomik konularda yorum yapanların Keynes'ci veya Marksist olmaları ve yorumlarına bu görüş açılarından yaklaştıkları onlar söylemese bile anlaşılır. Toplumsal konularda yazı yazanların liberal veya muhafazakar veya dindar olup olmadıklarını da biliriz. Siyasi konularda yazanların sağcı mı solcu mu futbolcu mu oldukları da malumdur. Gelgelelim konu "işletme yönetimi" oldumu kimin ne görüş açısına sahibolduğu önemli sayılmıyor. Bunun önemli bir nedeni 'işletme yönetimi felsefesi' diye bir şeyin varolabileceğinin bırakın okurları çoğu yazarın aklına bile gelmemesi. Benim hangi görüş açısına sahibolduğumu bilmezseniz, neyi niye söylediğimi nasıl anlayıp da yararlanacaksınız? Yazımın başlığında aklının arkasında ne var demem işte bundan.
Isletmecilik konusunda size önerilerde bulunan yazarların bir işletmecilik felsefesine sahip olup olmadıkları veya sizin bunu bilip bilmediğiniz neden önemli? Alt tarafı bir öneri ya akla uygundur ya da değildir, uygunabilir veya uygulanması zordur, işe yarar veya yaramaz diyenleriniz olabilir. İlerideki haftalarda böyle düşünüyorsanız bu düşüncenizi değiştireceksiniz diye umuyorum.
İşletme yöneticiliğinin belli bir işletmecilik felsefesinden üretilen meslek tanımı yapılmadan "tavsiyelerimi dinleyin" diyenler çok. Önüne gelen tutarlı tutarsız kural yazıyor. Sadece ABD'deki ikibini aşkın üniversitedeki onbin civarındaki işletmecilik hocası kovulma tehditi altında makaleler yayınlıyor, konferanslarda konuşuyor, kitaplar yazıyor. Psikologlar, askerler, sosyal bilimciler, matematikçiler, tarihciler, aerospace mühendisleri ve hatta din adamları da onlara katılıyorlar. Kimi İncil'den, kimi savaş el kitaplarından kimi de felsefeden alıntılarla bir işletme nasıl yönetilmelidir anlatıyorlar. Bazıları çok da ünleniyor. Herkes işletme sahiplerine nasihat niteliğindeki modelleriyle yayıncı kurumların kapısını aşındırıyor. Konudaki kitap sayısı o kadar fazla ki kitapları yedi sayfada özetleyen yayınlar yok satıyor çünkü günlük gazetelerden dergilere, dergilerden kitaplara şirket nasıl yönetilir nasihatleri okumaya, dinlemeye yöneticilerin ömrü yeteceğe benzemiyor.
Tabii burada hemen şu soru akla geliyor. Bu kadar yayının müşterisi kim? İşletme yöneticileri. Yani sizler. İşletme yöneticilerinin yeni bir yaklaşıma, yeni bir modele ve hiç olmazsa yeni bir fikire bu kadar susuzlukları olmasa bu kadar adam niye piyasada dolaşsın? Zaman zaman yaşam, zaman zaman da rakiplerine üstünlük sağlama arzularının fitillediği inanılmaz bir talep var bu yayınlara. Yöneticilerin yeni modellere iştahı konusunda Ekonomist dergisi taa 1990'lı yıllarda şöyle diyordu:
"Bu günlerde seminerlerin enayi müşterileri uygulamaların uygulayıcısı olan iş adamları. Yetkili deliler bile en son düşünce biçimlerinden haberdar olduğu iddiasında. Kehanet ve reçetelere olan talep patlaması her tipten guru yarattı. Akademisyenler romancılar ve pop-psikologlar la rekabet halindeki emekli politikacılarla itişiyorlar. Bir çoğu eskimiş siyasilerin bile bir iki saçmalık karşılığı yüksek paralar aldığı konferanslarda konuşmacı olmayı arzuluyorlar. ."
Economist hızını alamıyor ve şöyle ilave ediyordu:
"Yönetim gurularına oranla pek az insanı alaya alması bu kadar kolay olur. Bu durdurulmaz modacılar ve bastırılamaz bir biçimde kendi kendilerini pazarlayan gurular başkalarının fikirlerini pazarlaya pazarlaya (kaos yönetimi-chaos management), içi boş tabirler kullana kullana (küçülme-downsizing), açıklamaya gerek olmayacak kadar açık konuları işleye işleye (dolaşarak yönetim-managing by wandering around ve müşteri kıraldır -customer is king) lüks hayat yaşıyorlar. Kitapları sonraları geçerliliğini yitiren kısıtlı vakaların analizine dayanıyor ve fikirlerini de kolayca değiştiriyorlar. ."
Başkalarının fikirlerini pazarlama yeni bir olay değil. Romancı Julian Barnes Brahms'ın Birinci senfonisinde Beethoven'in Dokuzuncu Senfonisinden çalıntı yaptığı suçlamasına "Bunu bir salak bile görebilir" diye cevap vermiş. Bununla başkasının fikrini her pazarlayanın ille de işe yaramaz biri olmadığını anlatmak istemiş. Fransız yazar Anatole France'ın (1844-1924) "Bir şey söylenmiş ve üstelik iyi söylenmişse duraklamayın alın ve kopyalayın" diyerek ona katılmış. Bu sözleri çok ciddiye alanlar var. mesela Mormon İncilinden kopyalayıp "Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı" diye işletme yönetimi kitabı yazanlar. Kimin kimden ne aşırdığını öğrenmek istiyorsanız "Work of Nations " başlıklı kitabı okumanızı öneririm.
Ben yüksek lisansımı matematikte yaptım. Daha ilerdeki yazılarımızda bol bol matematik düşünceden alıntılar yapacağım. Bu noktada matematik biliminin deney ve vaka çalışması yapılmasızın geliştirilmiş bir bilim dalı olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Şimdi "Bunun guruların işletme yönetimi konusundaki tavsiyeleri ile ne alakası var?" dediğinizi duyar gibiyim. Alakayı ilerideki sohbetlerimizde açıklamak üzere...