Akademik yıl başlarken…
Akademik yılın başladığı bu ayda bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Ülkemizde üniversitelerin önemli bir kısmı işsizliği dört sene öteleyen kurumlar haline dönüştü. Birçok ilde üniversitelerin temel işlevi kent ekonomisine talep yaratmak olarak görülüyor. Üniversitelerden mezun olan gençler de yüksek vasıflı işlerin gerektirdiği becerilere sahip olamıyor.
Son 10 sene içinde yüksek vasıf gerektiren işlerdeki ortalama ücretin hızla asgari ücret düzeyine inmesinin bir nedeni de bu. Bu olumsuzluğu ülkemizin tamamına sirayet etmiş olan verimsizlik probleminin eğitime yansıması olarak da okuyabiliriz. Daha net göstermek için aşağıdaki grafiğe bakmakta fayda var. Yatay eksende 5-39 yaş arasında eğitimde geçen ortalama süre var. Türkiye OECD ortalamasının üstünde yer alıyor.
İşler dikey eksene baktığımızda ise değişiyor. Orada da öğrencilerin okulda edindikleri bilgi ve becerileri ölçen PISA skoru var. Orada ortalamanın altındayız.
Özeti şu: çocuklarımız ve gençlerimiz yurtdışındaki yaşıtlarından daha uzun bir süreyi eğitim kurumlarında geçirseler bile gerekli bilgi ve becerileri alamıyorlar.
Üniversite bütçeleri ve Ar-Ge faaliyetleri
Sağda üstteki tabloyu (Tablo 1) tersine çevirmenin bir yolu başta üniversitelerin bütçeleri olmak üzere kamu harcamaları içinde Ar-Ge hizmetlerinin payını arttırmaktan geçiyor. Orada da şöyle sevimsiz bir tablo var: 10 sene önce kamu harcamaları içinde Ar-Ge hizmetlerinin payı %0.86 iken 2024 bütçesi için ayrılan pay %0.45 oldu. Evet doğru okudunuz: Yeni bir sanayi devriminin tam ortasında kamu harcamaları içinde Ar-Ge hizmetlerinin payının yarı yarıya düştü. O zaman çıkan sonuca da şaşırmamak gerekiyor.
Tasarruf tedbirlerinin özensizce, herhangi bir etki analizine ihtiyaç duyulmadan yapıldığı bu dönemde ülkeyi yönetenler Ar-Ge harcamalarının ekonomik faydalarının yetersiz olduğunu düşünebilirler. Eğer böyle bir ön kabulleri varsa yandaki tabloya (Tablo 2) bakmalarını öneririm.
Oxford Üniversitesi’nin sadece Ar-Ge faaliyetlerinden elde ettiği gelir 881 milyon ABD Doları! Bu miktar beş büyük teknik üniversitemizin toplam bütçesinin iki katından fazla. Daha hazin bir karşılaştırma da şu: Stanford Üniversitesi’nin faaliyet geliri Türkiye’deki tüm üniversiteler ve yükseköğretim hizmeti veren kurumlara bütçeden aktarılan miktarın tam üç katı! Küçük ölçekli bir kuantum bilgisayarın maliyeti birçok aralarında Boğaziçi Üniversitesi’nin de olduğu birçok üniversiteye bütçeden aktarılan miktarın üzerinde.
Tüm bu karşılaştırmaları üst üste koyunca ülkeyi yönetenler için üniversitelerin iki temel işlevinin işsizliği ötelemek ve kent ekonomisine talep yaratmak olduğunu görüyorsunuz.
Peki ne yapmalıyız?
Eğer bütçeyi aynı tutacaksak üniversite sayısını azaltmalıyız. Faaliyetine devam edecek üniversiteler ve bu üniversitelerde çalışacak bilim insanları için de yüksek bilimsel kriterler belirlemeliyiz. Özgür bir bilimsel ortamın sağlanacağı bu üniversitelerde uygulamalı bilimlere de temel bilimler kadar yer açmalıyız. İtibarını gün geçtikçe yitiren üniversite kavramına ve akademik unvanlara hak ettiği değeri ancak böyle kazandırabiliriz.
Artık üniversite olarak faaliyet göstermeyecek olan kampüsleri de mesleki eğitime destek verecek şekilde kullanmalıyız. Mütevelli heyetinde şehrin önde gelen iş insanlarının, sendikaların ve ilgili STK temsilcilerinin olduğu, müfredatın şehirde faaliyet gösteren sektörlerin ihtiyaçlarına göre belirlendiği, eğitmen kadrosunun da sıkı bir eğitime tabii tutulduğu bir kampüsten bahsediyorum. Sadece gençlerin değil, yeniden iş hayatına dönmek isteyen ama yeterli becerilere sahip olamayan vatandaşların da faydalanacağı bir mesleki eğitim seferberliğine bu kampüslerden başlamalıyız. Türkiye’nin ihtiyacının daha fazla üniversite mezunu değil, dönemin gerektirdiği becerilere sahip bir işgücü olduğunun artık farkına varmalıyız.