AİHM vergi kaçakçılığı ve vergi ziyaı cezalarına dur dedi mi?
Doç. Dr. Barış Bahçeci - İzmir Ekonomi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
AİHM tarafından 2014 yılında verilen Glantz/Finlandiya kararı o dönem Türkiye’de büyük bir heyecan yaratarak, vergi kaçakçılığı nedeniyle verilen hapis cezası ile 3 kat vergi ziyaı cezalarından birinin kaldırılacağı beklentisini doğurdu. Nitekim AİHM’nin mahkûm ettiği Finlandiya’daki vergi ceza sistemi ile Türkiye’deki sistem oldukça benzerdi. AİHM’nin gerekçesi, aynı fiil (vergi kaçakçılığı) için farklı makamlarca verilen iki ayrı ceza ve birbirinden ayrı yürüyen iki yargılamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek 7. Protokolde yer alan, aynı suçtan birden çok yargılama (ne bis in idem) yasağını ihlal ettiği yönündeydi. Ne var ki daha sonra AİHM tarafından verilen A ve B/Norveç kararı bu heyecan dalgasını sona erdirdi.
Aslında konunun Türkiye açısından belki de en dramatik yanı, Türkiye’nin Glantz kararı verildikten (2014) hemen sonra hiçbir çekince koymadan ve vergi ceza sisteminde bir reform çalışması yapmadan 7. Ek protokolü 2016’da onaylamasıydı. Oysa Avrupa Konseyi’ne üye İngiltere, Almanya gibi devletler bu karara dayanak 7. Ek protokolü halen onaylamamış, yani kendileri için uygulanır kılmamış, onaylayan devletlerden Fransa ve İtalya ise idari vergi cezalarının bu kapsama girmemesi için çekince ve ihtirazı kayıtlar ileri sürmüştü. Glantz kararıyla mahkûm edilen Finlandiya ise, karar açıklanmadan önce vergi ceza sistemini değiştirmişti. İşte böyle bir ortamda Türkiye’nin hiçbir hazırlık yapılmadan 7. Protokolün onaylamasını anlamak zordu.
Neyse ki AİHM Glantz kararındaki yaklaşımını A ve B/Norveç kararıyla bir ölçüde değiştirdi de, Türkiye’deki vergi cezaları sisteminde doğabilecek kaos -bütünüyle ortadan kalkmayacak olsa bile- bir ölçüde azaltılmış oldu. Pekiyi Glantz kararıyla 7. Ek Protokole aykırı bulunan neydi ve bu yorum nasıl değişmişti?
Aslında her şey AİHM’nin cezayı özerk bir kavram olarak devletlerin iç hukukundan bağımsız olarak tanımlamasıyla başlamıştı. Mahkeme 1976 yılında verdiği Engel/Hollanda kararından başlamak üzere adım adım geliştirdiği (Öztürk/Almanya, Bendenoun/Fransa gibi) çeşitli kararlarıyla bir yaptırımın tazmin etme değil de, cezalandırma ve caydırma amacına yönelik olması halinde bir “ceza” olarak görülmesi gerektiği sonucuna ulaştı. Dolayısıyla zamanla vergi ziyaı kabahati için verilen idari para cezası ile kaçakçılık suçu için verilen hapis cezası arasındaki fark kayboldu ve Glantz kararı ile iki cezanın ayrı ayrı uygulanması ve ayrı ayrı yargılamalara konu olması çifte yargılama yasağına aykırı görüldü. Nitekim Glantz kararında vergi ve ceza mahkemelerinde vergi kaçakçılığı fiili nedeniyle yürütülen yargılamalardan birinin bitirilerek kesin hükme dönüşmesi halinde diğerinin de bitmesi gerektiği sonucuna varıldı.
Bu sonuç üzerine Avrupa’da adeta yer yerinden oynadı demek abartılı olmaz. Nitekim Avrupa Konseyi pek çok devlet Mahkemeyi bu sonucu değiştirmeye yönelik bir ikna faaliyeti başlattılar.
Bu çaba A ve B/Norveç kararıyla sonuç verdi ve Mahkeme daha önce verdiği Glantz kararının bir özeleştirisini yaparak yaklaşımını değiştirdi. Mahkemeye göre, Glantz kararındaki yaklaşımın değiştirilmesini gerektiren husus, Finlandiya hukukunda vergi kaçakçılığı için getirilen para ve hapis cezalarının bir bütünsellik oluşturduğu, herkes için öngörülebilir bulunduğuydu. Dolayısıyla aynı fiil (vergi kaçakçılığı) için öngörülen cezalar bir bütünsellik arz ediyorsa, (yani iki ayrı hapis ya da iki ayrı para cezası değil) bir hapis ve bir para cezası ya da başkaca bir güvenlik tedbirinden oluşuyorsa ihlalden söz edilemeyecekti. Çünkü her iki cezaya ilişkin yapılan yargılamalar arasında da esas yönünden yakın bir ilişki bulunmuş olacaktı.
Türkiye açısından devam eden sorun tam da burada karşımıza çıkıyor. AİHM’ye göre vergi ve ceza mahkemeleri yaptıkları yargılamalarda arasında bir etkileşim olması gerekiyor. Nitekim AİHM bu yaklaşımını A ve B/Norveç kararında da tekrarladı. Dolayısıyla Türkiye uygulamasında vergi kaçakçılığı suçu için ceza ve vergi mahkemelerinde yapılan yargılamalar arasındaki kopukluğa son verilmezse, yeni mahkûmiyet kararları kaçınılmaz görünüyor.