Ah benim güzel medyam...
Ekonomi haberlerinden üçüncü sayfa ve spor haberlerine öyle yanlışlar yapıyoruz ki… İşte karşı sayfadaki yazarımız Alaattin Aktaş’ın, sadece biz gazeteciler için değil, ciddi okurlar için de son derece faydalı yeni kitabı bunları bir bir önümüze koyuyor.
Elimde bir kitap var...
Adı, Benim Güzel Medyam...
Meyda ile ilgili her çalışma gibi kitap da ilgimi çekti...
Sayfalarını karıştırmaya başladığımda ise daha fazla...
Çünkü Benim Güzel Medyam bir medya eleştirisi...
Çuvaldızı medyaya batırıyor...
Öyle ki, batırdığı yerden ses geliyor...
Ve hemen hiçbir gazete o çuvaldızdan kaçamamış...
Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, HaberTürk, Sabah...
Listeyi boş yere uzatmayayım...
Aklınıza kim gelirse...
***
Bunu yapan da içimizden biri...
30 yıllık bir gazeteci: Alaattin Aktaş...
Üstelik Aktaş’ın bu yaptığı ilk de değil...
1990’ların ikinci yarısında önce Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin yaygın organı Ekonom’da “Ekonomi Basınının Gafları” konulu bir yazı yazdı...
Birkaç yıl sonra da “Ekonomi Safsataları”nı...
İyi ama neden? Benim Güzel Medyam’ın giriş bölümünde şöyle anlatıyor Aktaş: “Haber editörlüğü insana farklı bir özellik kazandırıyor, ‘hata avcısı’ olup çıkıyorsunuz. Okuduğunuz her haberde hata arıyorsunuz, çünkü işiniz bu”...
***
Eminim bu duyguyu pek çok editör iyi biliyordur...
Kendi aramızda biz buna “mesleki deformasyon” da deriz...
Aktaş’ın bu satırlarını okurken, gülümsedim...
Geçenlerde 85. Akademi Ödülleri’nde En İyi Kurgu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Film Oscarları’nı toplayan Argo’yu izlerken yaşadıklarım aklıma geldi...
CIA uzmanı Tony Mendez rolündeki Ben Affleck, 1979 yılında devrimin en yoğun günlerinde Kanada Büyükelçiliği’ne sığınmış Amerikalı görevlileri İran’dan kaçırmak üzere bu ülkeye giderken evine bir kartpostal gönderiyordu....
Affleck’in karta yazdığı kelimelerden biri dikkatimi çekti...
Bir sahnede o kelime üst satırdayken, bir diğerinde alt satırdaydı...
Gayri ihtiyari “Hata yaptı” dedim...
“Ne hatası” diye sordu evdekiler...
Filmi biraz geriye alıp gösterdim...
Haklıydım, hatayı yakalamıştım! Ama sanıyorum kendini filme kaptırmış ev halkının keyfini de kaçırıvermiştim...
***
Benim Güzel Medyam’ın önsözünü yazan ünlü kalem Melih Aşık şöyle diyor: “Günün gerçeğidir...
Pek çok gazeteci düşünmeden yazdığı gibi...
Pek çok okur da satırların üzerinden düşünmeden geçer...
Ancak beynimizin hazmetmediği bir haberin üzerinde durup düşününce bir saçmalık çukuruna battığımızı görebiliriz...
Alaattin Aktaş, hazırladığı bu akıl ürünü, lezzetli kitapta, akılsız haberciliği ve içindeki mizah malzemesini gözler önüne seriyor.”
***
Aşık, bunun nedenlerine de değinmiş...
Diyor ki; “Gazetecilik günümüzde maalesef insandan ve beyinden tasarrufa yönelmiş bir yatırım alanıdır. Gazete ekonomisi yürümüyorsa ilk akla gelen elemandan tasarruf etmektir.
Yeni düzende ideal gazeteci genç stajyerlerdir. Çünkü onlar iş umudu karşılığında parasız çalışır...”
Devam ediyor: “Muhabirlerin getirdiği haberi yeniden yazan veya başlık atan editör arkadaşlar da aynı tehdit altındadır...
Muhabir çoğu zaman yazdığı haberi gazetede görünce tanıyamaz... Kimi zaman başlık başka haber başkadır. Başlığı haberin içinde arar durursunuz...
Çünkü editör arkadaş o haberle uğraşıken başka şeyler düşünmektedir.”
***
“Tabii bir de” diyor Melih Aşık, “Okuru zayıf yanından avlamak için imal edilen ‘asparagas’ haberler vardır. Muhabir arkadaş haberi doğru yazarsa okunmayacağı endişesindedir.
O yüzden alabildiğine şişirir... Misal bu kitaptaki ‘Rus manken: Tecavüz normal’ haberi...
Eğer kadın ‘tecavüz normal’ diyorsa haber elbet çekicidir. Ama bu haber değil asparagastır. Bilge okur aklıyla alay edilmesine tahammül edemez... Saygısız gazeteyi elinden atar, bir daha
almaz. İddiasız okur ise aldatılmaktan, uyutulmaktan adeta memnundur...
Onun için önemli olan kendisine o anda tat verecek olan bir tüketim malzemesidir. Bu tür okurların, ciddi okurdan kat kat fazla sayıda olduğunu gazete tirajlarına bakınca anlıyoruz...
Bu da hem gazeteciliğin, hem ülkenin talihsizliği olmalı.”
***
19. yüzyılın öncü kültür eleştirmeni Matthew Arnold, “Gazetecilik, acele ile yapılan edebiyattır” diyor...
1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yapan ünlü Kolombiyalı romancı Gabriel Garcia Marquez ise aynı şeyi bir karşılaştırma yaparak anlatmış: “Roman yazmakla gazetecilik arasında bir fark olduğunu sanmıyorum. Kökleri aynı, malzeme aynı, kaynak ve dil aynı...
Gazetecilikte bir tek yanlış bütün işi hükümsüz kılar. Romanda ise tam tersi, bir gerçek bütün işi meşru kılar...
Tek fark bu...
Bir de yazarın yazdıklarına ne kadar inandığına bağlı...”
***
Şöyle bir geriye yaslanıp büyük resme bakmaya çalışırsak...
Tarih öncesinde Afrika’dan başlayarak...
Ortadoğu ve Akdeniz’deki antik dönem uygarlıklarına...
Ve bugün Avrupa’nın klasikleşmiş gazetelerinden...
Yükselen Pasifik’in canlı televizyon kanallarına...
Aradan geçen zamana ve coğrafi farklara rağmen haberciliğin özünde değişen pek fazla bir şey yok...
Değişen dünyanın bir başka değişmeyen yüzü bu: İnsanlar özünde aynı olan haberlere ilgi duyuyor...
Haberciler bakımından da öyle...
Geçmişte, birbirlerinden kopuk, farklı toplumlarda yaşıyor da olsalar, insanlar habercilerde hep aynı nitelikleri aradı...
Hızlı koşan, doğru şekilde bilgi toplayabilen ve bunu doğru biçimde aktarabilen insanlara ihtiyaç duydular...
Aynen, bugün olimpiyatların vazgeçilmezlerinden Maraton Koşusu’na esin kaynağı olan söylencenin kahramanı Pheidippides gibi...
***
Tabii, artık haber alma yollarımız çok değişti...
1830’larda telgrafın doğuşu...
1880’lerde baskı makinelerindeki gelişmeler ve kağıdın ucuzlaması...
1920’lerde radyonun ve ‘30’larda televizyonun icadı...
Bu değişimde kilometre taşlarıydı...
Günümüzde ise internet, kablolu ve kablosuz teknolojiler, 3G benzeri mobil iletişim sayesinde haber alma yolları daha da bir farklılaştı...
Ama iletişimdeki teknolojik ilerlemeler sayesinde yaygınlaşan sosyal medya dahil...
Haberin insan hayatındaki temel işlevi değişmedi...
***
Son dönemde, gazetelerimizin, hepimizin yaşamında ihtiyaç duyduğu üç-beş önemli şeyden biri olan haberi toplumdan alıp bir ayna gibi yine topluma yansıtma görevinde ciddi aksaklıklar
yaşandığı ortada... Toplumun geleneksel medyaya güveni hayli yıprandı...
Alaattin Aktaş’ın da giderek arttığı görülen hatalarımızı yüzümüze vurma ihtiyacının da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bana göre Aktaş, gazetecilik değerlerini öne çıkarmak, kötüden yola çıkıp güzeli göstermek ve belki de ondan önemlisi “iyi gazetecilik” talebi yaratmalarında okurlara referans oluşturmak için hazırladığı bu kitapla cesur ve önemli bir adım atıyor...
Bir dost uyarısında bulunuyor ki, bunu içimizden biri olarak yapması da çok önemli...
Bir başka yazarımız Rüştü Bozkurt’un söylediği gibi: Dostu olanın aynalara ihtiyacı yoktur!
***
Son bir söz: Biz gazeteciler, “acele ile edebiyat yapmaya” çalışırken...
Acele ile tarihe notlar düşerken...
Birçok hata yapabiliriz...
Bunlar, farklı bir niyet söz konusu değilse bir dereceye kadar affedilir...
“Düzeltme”, “özür” hatta “tekzip” müessesesi iyi işletildiğinde zarar da bir yere kadar telafi edilebilir...
Gelgelelim...
Bir tür var ki, bu hiçbir “özür” kabul etmez bence: Bağımsız haberlerin yerini, habermiş gibi görünen reklamların alması...
Ne kadar pürüzsüz olursa olsunlar...
Ne kadar güzel bir dille ifade edilmiş olursa olsunlar...
Bunlardan ne mesleğe ne topluma hayır gelir...
Ama isterseniz o konuyu da bir başka Editörden’de ele alalım...
Tabii, Alaattin Aktaş yine hepimizden önce davranmış ve doğruları bir bir sıralamamışsa...
Dedim ya, bu yaptığı ilk değil...
Umuyorum sonuncusu da olmayacak...
Çünkü bu uyarılara hepimizin ihtiyacı var!