Afyon 1000 yılın fırsatını Nasıl değerlendirmeli? (II)
BUZDAĞININ DİBİ
Howking'in gerçeklik tanımı bütün birikimlerimizi alt üst ediyordu. Biz bir ideolojiye aklımızı emanet ederek rahatlamıştık. İdeoloji bizim adımıza her sorunun yanıtını veriyordu. İdeolojimiz gerçekliğimizdi. Nasıl olur da gerçekliğimizi silip atabilirdik!
Yaşım 40'lara yaklaşmış… Öğretmenlikten ayrılmış bir yerel gazeteyi çıkarmışım. Devlet kapısı dışında yaşanabileceği özgüvenini kazanmışım. Büyük bir iştahla yeni mesleğimi öğreniyorum… Sonra şahane insan Mümtaz Zeytinoğlu'nun rahle-i tedrisinden geçmişim... Yetmemiş Prof. Dr. Orhan Oğuz'un "…bir şeyler yapma sevdasının" birinci el tanıklığını yapmış, çalışmalarına katılmışım. Yetmemiş büyük insan Osman Nuri Torun'un desteği ile Şişecam gibi bir kuruluşta bulmuşum kendimi… O yetmemiş, bir gün genel müdür çağırmış, "…Şişecam'da bu işi üstüne alanlar iki yıl dayanmazmış… Sen ne yapacaksın bakalım" demiş, endüstri ilişkilerinden beni sorumlu kılmıştı… Hayat sarkacının bir ucundan öteki ucuna salınma denir buna…
Bir dizi insandan endüstri ilişkilerinin Şişecam'da nasıl yürüdüğünü sorgulamışım… Gerçekten olağanüstü bir hafıza, yüksek analiz gücü olan Necmettin Sürer olguyu öylesine anlatmış ki bana, eve gelip hemen 11 maddelik bir anayasa yazmışım kendime: Ateşteki kestaneleri asla elinle çekmeyeceksin…İşini yapacaksın, önde görünme sevdasına asla paçanı kaptırmayacaksın… Sen ne biliyorsan, sendika yöneticilerinin aynısını bilmesi için sonuna kadar çaba göstereceksin… Toplantıların tutanak özetini yaptıracaksın, "…öyle dememiştim" kaypaklığına prim vermeyeceksin… Herkesin katılımı ile ortak aklı öne çıkaracaksın… Mal sahibi Türkiye İş Bankası'nın konumunu göz ardı eden kararların başarısızlık yaratacağını unutmayacaksın vb.
Üretimin yaşatılması ile çalışanların refahı arasında dengeyi kurmanın cenderelerinde sıkışmamak mümkün değil... İlkelere sığınıyorum: Sendika bir anayasal haktır; karşı çıkılmamalı… Bilgi hakkı kutsaldır... İşin olmadığı yerde işçi yoktur… Hem üretimi sürdürebilme hem de geliri artırma şaşmaz hedeftir…
Sanayinin tam da orta yerine dalıyorum. Üretimin önemini derinliğine kavradığımı sanıyorum. Temel amacın maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını kolaylaştırma olduğunun farkındayım.
Toplu iğne bile üretemeyen ülkenin namus borcu üretimi geliştirme… Maddi ve kültürel zenginliğin üretimden geçtiğini iyice kavrıyoruz Mümtaz Zeytinoğlu'ndan topluma dönük sanayiciliğin ne olduğunu öğreniyoruz…
Kürsülerde dilimize pelesenk ettiğimiz sözler değişiveriyor:
Bir yerde tüterse yüksek bacalar
Eve mutlu döner yorgun kocalar
Tarlada kalanlar vallah bocalar
Zenginliği fabrikada arayın…
İlkesiz, kuralsız mutlak anlamda üretimin korunmasını istiyoruz… İthal ikamesi yoluyla toplu iğne yapma yanında uçak yapmayı da düşlüyoruz… Devrim Otomobili öykülerini işin içindeki insanlardan dinliyoruz… Kendi otomobilini yapan, kendi tankını üreten toplum olmadan topraklarımız üzerinde yapılan ibadetin bile anlamsızlığı üzerine söylem üstüne söylem günleri geliyor…
Sabit kurla yapılan yatırımların yakın tanığıyız… Kur garantilerinin bir gecede kaldırılmasının yarattığı olumsuzlukları ak kağıt üstüne kara lekelerle raporlara dökerek siyasi iradeleri etkilemeye çalışıyoruz.
Ne üretsek sattığımız, satıcı piyasaların egemen olduğu bir dönemdeyiz.
Maliyet üzerine kârları ekleyerek fiyat belirlediğimiz günler.
Enflasyon serabında hepimiz vahalara ulaştığımızı sanıyoruz.
Lale devri gibi bir dönem… Paranın para kazandığı bir zaman kesiti…
Şirket bilançolarında "faaliyet dışı kârların" yazıldığı bir rüyalar alemi…
Dışa ve dünyaya açılma
Derken Türkiye çok ciddi bir karar değişikliği yapıyor… Ekonomiyi dışa ve dünyaya açma kararı veriyor.
Seraplarımızı fark etmenin hüznü ile yüreklerimiz kanıyor…
Müşteri ve rakip algısı köklü biçimde değişiyor.
Rekabetle yüzleşiyoruz… Yeni bir döneme doğru yelken açma zamanı…
Mevlana imdadımıza yetişiyor:
Her gün bir yere gitmek ne güzel
Her gün bir yere konmak ne hoş
Bulanmadan, donmadan akmak ne iyi
Dünle beraber gitti düne ait ne varsa cancağızım
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım
Kalkınmış ülkeleri araştırmaya başlıyoruz… Hangi aklın, hangi metotların, hangi araçların ekonomik büyümeyi sürüklediği, refahı yarattığı ilgilendiriyor bizi… Önümüzü görmek, geleceği sağlam temeller üzerinde inşa etmek istiyoruz…
Akılcı insan, akılcı toplum nedir? Soru zihinlerimizi kemiriyor…
Akılcılığın, "dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler ile kendi olanak ve kısıtlarımız arasında denge kurma" olduğunu öğreniyoruz.
Krizler yaşanıyor: Asya-Rusya krizi… Sonra 2000'lı yıllar krizi… Alınan önlemler… IMF'den medet ummalar… Kurtarıcı arayışları… Ve 2008 yılında bir büyük dünya krizi kapımızı çalıyor… Ama çok değişken bir ekonominin örsünde epey bilgi birikimine sahip olmuşuz… Dünyanın hiç anlaşılmayacak kadar karmaşık olmadığını kavrıyoruz… Dünyanın hiç değişmeyen yalınlıkta olmadığının da kavrıyoruz…
Doğru verilere ulaşırsak, doğru yöntemle verileri enformasyona dönüştürürsek, kirlikten arınmış bilgileri derleyebilirsek, bilgileri yarara dönüştürür ve "anlama" noktasına taşıyabilirsek önümüzü açabileceğimiz, tehlikeleri en az maliyetle, fırsatları en yüksek düzeyde değerlendireceğimiz adımları atmış oluruz…
Bir de bakıyoruz ki Türkiye Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan 1000 yılın en büyük fırsatını yakalamış…
Fırsatları öngörmek ve dönüşümü kavramak için eğilimleri yakından izliyoruz… Diyoruz ki, aktarılacak olan eğilimleri kavramadan aileyi de, küçük işletmeyi de büyüğünü de, devleti de, dini kurumları da hayata dair hiçbir şeyi doğru dürüst yönetmek mümkün olmaz…
Eğilimler
Sanayi Toplumu aşaması bitti Bilgi Toplumu aşamasına geçildi… Bu yeni aşamanın gerektirdiği talep koşullarını, faktör koşullarını, karşılıklı bağımlılık ilişkilerini ve rekabet stratejilerini iyi bilmeliyiz…
Refah arayan insanlar kentlere göç ediyor; kentler büyüyor, insanlığın yarasından çoğu kentlerde yaşar hale geliyor… Aile yapısı, ataerkil aileden çekirdek aileye geçiyor. Kadın nüfus iş yaşamına giriyor. Orta sınıf tarihinde üçüncü yükselişini yaşıyor… Bütün bunları iyi bilmeden, etkilerini hesaplamadan işlerimizi yönetememeyiz…
Ekonomide güç merkezi Batı'dan doğuya kayıyor... Bu oluşumu kavramadan,anlamadan, bilmeden geleceği sağlam temeller üzerinde inşa edemeyiz…
İletişimin sağladığı olağanüstü erişebilirlik tüketici değer, beklenti ve davranışlarını köklü biçimde değiştiriyor… Tüketici eğilimlerini bilmeden sosyoekonomik yaşamın herhangi bir alanını doğru yönetemeyiz…
Teknolojiye kolay erişebilirlik nedeniyle nüfusu büyük ülkelerde ekonomik büyümenin daha yüksek düzeylerde seyretmesinin arkasındaki ilişkileri ve güçleri analiz etmeden kendi insan, fiziki sermaye ve teknolojik gücümüzü etkin kullanamayız…
Dönüştürücü inovasyon aşamasına gelmeden rekabet gücü yaratamayacağımızı kavramalıyız.
Dünyanın sınırlı şeffaflıktan, sınırsız şeffaflığa kayışını net bir biçimde anlamadan, dünya genelinde "yeni normal arayışı" için doğru bir konumlanma yapamayız…
Yeni dünya düzeninin gerektirdiği "işbirliklerini" geliştiremezsek, gelecek elimizden kayar… Bu gerçeği çok iyi kavramak zorundayız… Çok iyi…
Bütün bu gerçekleri ayrıntıları ile bilmiyorsak; 1000 yılın fırsatında Türkiye'nin yerini, Afyonkarahisar'ın neden fırsatlar kavşağı olduğunun farkına varamayız; derinliğine anlayıp ve çözüm üreten öngörüler yapamaz, önlemler türetemeyiz…