Açılım gündemi: Geleceği öngörmenin en iyi yolu, onu inşa etmektir

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]

Üç konuda düşüncelerimi paylaşmaktan sakınırım: Biri futbol gösterileridir; hiç anlamam ama tek düze ve türdeş anlatımlarının müşterisinin büyük kitleler oluşturduğunu da görmezden gelemem. İkincisi, makro-ekonomik konulara, biraz da günlük siyaset sosu katarak anlatımdır ki, bugüne kaynak israfına yol açan değerlendirmelerin sorgulanması ve kınama düzeyinde bile olsa bedel ödetilmesine pek tanıklık etmedim. Üçüncüsü siyaset söylemleridir: Başını, sonunu, faydasını, maliyetini ve yaratmak istediği sonucu çok fazla önemsenemeden yapılan siyasi değerlendirmeler çok yaygındır. Önüne çıkan her kameraya gülücük yağdırma ve her mikrofona konuşma hastalığı siyasetin iflah etmez eğilimlerinde biridir. Siyasette popüler söylemin de kalabalık müşterileri vardır ama gelecek iddiası olan, toplumu bulunduğu aşamadan bir üst düzeye çıkarma görevini sevda haline getiren liderlik yoksa, bumerang etkisi yaptığını da unutmamak gerekiyor.
Geçerliliği olan söylem
Siyasi içeriği kadar ekonomik boyutu da aynı derecede önemli olan açılım süreciyle ilgili düşüncelerimi yazmaya Mısırlı Nöbel Ödüllü yazar Necip Mahfuz'un bir uyarısı neden oldu.
Necip Mahfuz'a  soruluyor: " Bir yazar mutlak özgürlüğe sahip olmalı mı?" Sorunun yanıtını birlikte izleyelim:
"Size tam olarak ne düşündüğümü söylemeliyim: Her toplumun korumaya çalıştığı gelenekleri, yasaları ve dini inançları vardır. Zaman zaman değişim isteyen bireyler ortaya çıkar. Toplumun kendini savunmaya hakkı olduğuna inandığım kadar bireyin de karşı çıkmaya hakkı olduğuna inanıyorum. Eğer bir yazar toplumunun kanunlarının ya da inançlarının artık geçerli olmadığı sonucuna ulaşmışsa konuşmak onun görevidir. Ama bu açık sözlülüğün bedelini de ödemeye hazır olmalıdır. Eğer bedel ödemek istemiyorsa sessiz kalmayı tercih edebilir. Tarih, düşüncelerini açıkladıkları için hapse giren ya da yakılan insanlarla dolu. Ben her iki tarafı da savunuyorum: İfade özgürlüğünü de, toplumun kendini savunma hakkını da savunuyorum.
Hakkari'den Şirnak'a, Batman'dan Tatvan'a, Van'dan Bitlis'e, Muş'tan Bingöl'e yöreyi sık dolaşmış, oralarda yaşayanların düşüncelerini paylaşmış bir yurttaş olarak; barış, kardeşlik, huzur ve kalkınmanın harcını oluşturan "ekonomik boyutu" nasıl tartışmamız gerektiğine ilişkin düşüncelerimi paylaşmalıyım.
"Ekonomik boyutu" "coğrafyanın yarattığı olanak ve kısıtlar", "yeraltı ve yerüstü kaynakların potansiyeli", "fiziki sermaye stoku ve geliştirme ihtiyacı", "insan kaynağının avantaj ve dezavantajları", "Teknolojik olanakların kullanılma olanakları", "kalkınmanın finansmanının sağlanması" ve "yerleşik algıların ve beklentilerin yönetilmesin önemi" bileşenlerin bütününü dikkate alarak değerlendirmeliyiz.
Coğrafyanın yarattığı olanak ve kısıtlar
 Üretimin, öküzün çektiği kara saban ile yapıldığı, ticarete konu malların kervanlarla taşındığı "organik enerji döneminde" değer katmanın yolu, büyük karaların içlerine doğru uzanan ve ağ oluşturan yapılara dayanıyordu…Yaklaşık 12 bin yıl süren organik enerji döneminin durak noktaları hanlar, kervansaraylar ve kentlerdi… Kesişme noktalarda yer alan kentlerde oturanların sayısı düzenli biçimde artıyor; ticaret de zenginlik yaratıyordu.
Çok net örnek Tokat kentimizdir… Pror.Dr. Sevgi Aktüre' nin çalışmasında, Bursa ve Edirne'den sonra en büyük bedestenin Tokat'da bulunduğunu, Taşhan'dan Vartanoğlu hana, oradan Yazmacı hana bir düzine büyük iş merkezinin varlığı belgeler. Ayrıntı bilgisi olanlar Tokat'a Ankara'yı, Harput'u, Erzurum'u, Kayseri'yi,Konya'yı, Sıvas'ı, ,Diyarbakır'ı hatta Eğin'i vb. daha nicelerini ekleyebilir.
Çok sayıda bağımsız araştırma kanıtlamaktadır ki, organik enerji döneminde ortalama gelirler dikkate alındığında, zengin bölgeler ile yoksul bölgelerin arasındaki fark sadece 3 katıdır. Bu dengeli yapıyı alt-üst eden de organik enerji döneminin kapanması, mekanik enerji dönemin başlaması olan Sanayi Toplumu aşamasına geçilmesidir.
Bugün ülkemizin en gelişmiş yöresindeki gelir ile en geri kalmış yöre arasında fark 10 katını aşmaktadır ama, bu ülkemize özgü bir durum değildir; Çin'den Hindistan'a, Mısır'dan Endonezya'ya bütün ülkelerin yaşadığı ortak bir sorundur.
Düşük basınçlı buharlı makinelerin kullanılması, içten patlar motorlar, jet motorları ve elektrikli motorlarla insanın kol gücünün uzantısı olan bu tekniklerdeki gelişmeler, Sanayi Toplumu aşamasının belirleyici özelliğidir. İnsanların kaynaklara erişebilme olanaklarının artması, pazar ölçeklerinin büyümesi, ticaret ağlarında ana düğümleri deniz ulaşımına elverişli kentlerin oluşturması kendine özgü bir dizi eğilimi baskın hale getirmiştir:
" "Emek - sermaye eksenli sosyo-ekonomik ve politik gelişme odaklı" örgütlenme yapısı, işlevi ve kültürünün oluşmuştur.
" "İç karaların derinliklerini birbirine bağlayan ticaret ağlarının, dışa ve denizlere dönük bir ilişkiler çerçevesinde yeniden örgütlenmesi ;kıyıların, limanların ve yakın bölgelerin gelişmenin , iç karalardaki kadim kentlerde ise gerileme sürecinin hızlanması sonucunu yaratmıştır.
" Dışa dönük ticaret ağlarının öne çıkması; kalkınmanın ülkenin en uygun yerinden başlayarak- kıyıda önemli bir liman vb.- giderek, durgun sudaki dalgalar gibi içlere doğru yayılabilmesi, bir dalga kritik yoğunluğa ve bütünlüğe erişmeden, ikinci dalganın oluşmaması olgusu çok sayıda ülkede kanıtlanmıştır.
" Üretimin doğası gereği, işyerlerinin girdi aldığı ve girdiği verdiği sektörlere bağımlıkları artmış, fiyat-maliyet dengesini ve ticaretteki kârlılığa "coğrafi konumun etkileri" temel bir sabit olarak önemini korumuştur.
" Eşdeğerlilik ilkesinin dünya ticaretinde giderek önem kazanması, rekabet gücü yaratmanın özüne yerleşmesi ve verimlik düzeyinin belirleyici etken olması giderek güçlenen bir eğilim olmuştur.
" Entelektüel ve sistem kapasitesi, rekabet gücü yaratmanın, geliştirmenin ve sürdürebilir kılmanın temel bileşenleri haline gelmiştir.
" Gelişmiş bölgeler ile gelişememiş bölgeler arasındaki uçurumun azaltılması amacıyla çok sayıda "anonsu kendinden büyük proje" devreye sokulmuş ama, model oluşturacak başarı öyküsü de yaratılamamıştır.
Mekan ve bölge bakışı sorgulanmalı
Sanayi toplumunda öne çıkan eğilimler; kalkınmayı, değerler sistemi ve kaynaklar üzerine kurulan bir olgu halin getirmiştir. Toplumlar, ellerinin menzili altındaki kaynakları etkin ve verimli kullanmayı öğrendikçe, dış kaynak çekebilmiş ve kaynakları verimli kullanabilmiştir. Kaynak değerlendirme açısından bakıldığında, "toplumlar üzerinde yerleştikleri coğrafyanın kendilerine sunduğu olanak ve kısıtları etkin biçimde değerlendirecek entelektüel ve sistem kapasitesi yaratamadıkça" ekonomide genel anlamda olduğu gibi, bölgesel gelişme bakımından da başarılı sonuçlar üretme mümkün olmuyor.
Guy Sorman'ın "Ulusların Zenginliği" adlı eserini incelemiş olanlar yakından bilecektir ki, Mısır'daki "On Ramazan Projesi'nden", Hindistan'daki "Şih Bölgesi Projelerine" uzanan bir dizi iyi niyetli çaba hedeflenen sonuçlara ulaşamamıştır.
Ülkemizde GAP Projesini, bütün önyargılarımızdan, yerleşik doğrularımızdan, kalıp düşüncelerimizden, kör inançlarımızdan ve ezberlerimizden arınarak değerlendirmenin tam zamanıdır. Bu proje kapsamındaki hidroelektrik üretim olanaklarından, sulama potansiyellerine, toprak yapısından, sulama yönetimine, ürün deseni çeşitlendirmesinden, ürün işleme ve pazarlama boyutuna kadar kapsamlı ve nesnel bir değerlendirme yapmazsak, bölgesel gelişme konusunda "ciddi fikirlerin yerine sloganların almasına" açık kapı bırakmış oluruz.
Açılımın "coğrafi olanak ve kısıtları" üzerine kafa yorarak, bir ortak akıl ve dil yaratamazsak, çok temel bir "sabiti" ihmal etmiş olur; yöre hakkında net bilgiye de ulaşamayız. Gürültüden ve kirlilikten arındırılmış ayrıntı bilgisi, bizi uluorta söylemlerin yaratacağı "abartılı beklentileri yaratma" tuzağından da uzak tutacaktır. Abartılı beklentiler yaratılırsa; yaratılan beklentiler karşılanamadığı zaman kitlelerin öfkeleri kabarır; hiç istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.
Geleneksel bakışı sorgulamalıyız
Günümüzde "mekan ve bölgeye bakış" giderek geleneksel bakışlardan ayrışıyor. Dünya ekonomik sistemi ile karşılıklı-bağımlılık ilişkilerini gözeterek, maddi ve kültürel zenginlik üretiminden alacağımız payı büyütebilmek için, Eraydın'ın   önerilerini dikkate almalıyız : Önce, bölgelerin mevcut bilgi birikimlerini sürekli artırmak, bilginin fırsat alanlarını değerlendirerek zenginlik üretiminin nicelik ve niteliğini rekabet edebilir düzeylerde tutmak gerekiyor. Ciddi ve dinamik envanterlerle, "sürekli öğrenme kapasitesinin oluşturulması" sorumluluğunu bir an bile unutmamalıyız. İkinci adımı, öğrenme ve gelişme sürecini hızlandırmak için gerekli "birliktelikleri, işbirliği ve paylaşmayı kolaylaştıracak kurumsal zenginliğin desteklenmesi" oluşturuyor. İşlerliği olan kurumların net bilgiye, etkin koordinasyona ve odaklanmaya yönelik ağlar oluşturulmasının etkin kaynak kullanmanın "gerek şartı" olduğunu göz önünde tutmalıyız.
Açılımın sağlam temeller üzerinde yeni bir gelişme yaratabilmesi için, Cumhurbaşkanından Başbakana, Dışişleri Bakanından Genel Kurmay Başkanına, politikacılardan gazete muhabirleri ve köşe yazarlarına hepimizin temel sorumluluğu, "gerçekçi beklenti yaratma" konusunda araştırmalarımızı ve tartışmalarımızı yoğunlaştırmadır. Her bir sorunun bileşen ve bağlamlarını ince ayrıntı ve genel bütünü içinde kavramamız gerekir.
Aşağıda aktardığımız ve daha da çoğaltılması mümkün olan sorulara, "ayrıntı bilgisine", dayanarak yetkin analizle dayalı yanıtlar vermeliyiz:
1. Bölgelerin coğrafi konumları ile giderek azalan "kâr marjları" nedeniyle "lojistik maliyet" açısındaki doğrudan ve dolaylı ilişkilerin yarattığı fırsatların ve tehlikelerin net tanımları yapılamamışsa, yöreye yatırımcı çağırmanın maddi dayanakları eksikli olmaz mı?
2. Toplam maliyetler içinde lojistik maliyetlerinin payı, işgücü maliyetlerinin önüne geçtiğine göre, bütün ulaşım ve iletişim altyapılarının tamamlandığını varsaydığımızda bile Michael Konig'in  altını çizdiği gibi, "…ürünü yerel ihtiyaca uydurma döneminin kapandığını ve piyasaya yakınlık faktörünün ön plana çıktığı" dikkate alındığında yaratılan beklentiler ne ölçüde fizibil olacaktır?
3. Bütün dünyada "teşvik sistemleri" asimetrik gelişmelere yanıt verecek "proje-odaklı" hale getiriliyor. Bu açıdan bakıldığında ülkemizin gündemindeki "rekabet koşulları" dikkate alındığında, özellikle özel sektörden beklenen yatırımların "fayda/maliyet analizi" ve "rekabet gücü" koşullarının "fizibilitelerini" yapabilecekleri kaliteli veriler üretilmeden, "yatırım yapılmasını" istemek gerçekçi olur mu?
4. Coğrafyadaki hangi yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, hangi fiziki sermaye olanaklarını, hangi nitelikli işgücü avantajlarını yerli ve yabancı sermayeye sunduğumuzu netleştirmeden yatırım için "cazibe alanı" oluşturabilir miyiz?
5. Barış sürecini destekleyecek "ekonomik boyutun coğrafi konumu" sabitinin olanak ve kısıtlarını net biçimde belirleyen ve betimleyen bir "ana plan" elimizin altında yoksa, geçmişin önyargılarından ve yerleşik doğrularından beslenen "söylemler" gerçekçi değerlere, beklentilere ve davranışlara dönüşür mü?
Geleceği öngörmenin en iyi yolu onu inşa etmekse, 'zemin etüdleri' iyi yapılmalıdır. Bu hepimizin titizlik göstermesi gereken sorumluluğumuzdur.
Gelecek hafta aklımıza takıla sorunları tartışmayı sürdüreceğiz…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar