Acılar üzerine kurulan şehirler sürdürülebilir mi?
Türkiye’yi derinden sarsan 6 Şubat depreminin yıl dönümü geride kalırken, toplumsal hafızamızda derin izler bırakan yıkımın açtığı derin yaralar hâlâ kanıyor. Üstelik, bu yıkımın boyutu, yalnızca can kayıplarımızla sınırlı değil. Deprem, ardında yaklaşık 100 ile 138 milyon ton arasında bir inşaat ve yıkıntı atığı bıraktı.
Bu rakam 18 milyondan fazla Afrika filinin ağırlığına ve 560 futbol sahasının büyüklüğüne denk. Söz konusu miktar, içinde çarpıcı bir atık envanterini de ihtiva ediyor. Bu envanter göre 1 milyon 453 bin ton tehlikeli atık, üzerinden bir yıl geçmesine rağmen sağlık üzerindeki olası tehditlerini hatırlatmaya devam ediyor.
16 milyon 273 bin ton toprak ve taş karışımı, yıkıntıların arasında varlığını sürdürüyor. 21 milyon 698 bin ton bitümlü karışımlar ve ahşap atıklar, yeniden değerlendirilme potansiyelini artık kaybetmiş olmakla dikkat çekiyor. 57 milyon 151 bin ton mineral fraksiyon atığı, bu tablonun ağırlığını artırıyor. 37 milyon 747 bin ton betonarme atık ve 935 bin ton hurda demir ise, ekonomiye geri dönüşüm değeri katabilecekken günbegün toprağı işlevsiz hale getiriyor.
Kentsel dönüşüm yerine kültürel mirasımızın yeniden inşası
Rakamlar işin yalnızca sayısal gerçekliği... Toplumsal gerçekliği ise rakamlardan daha çarpıcı. Her deprem enkazının altında, derinlerde bir yerlerde, yıllar önce kaybettiğimiz kültürel mimarimizin kurtarılmaya ve yeniden gün yüzüne çıkartılmaya muhtaç olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Gerçek mimari üslubumuz üzerindeki beton yığınları kaldırıldığında bize güçlü bir gelecek yaratacak geleneğimizin, insan hayatını odağa alan sürdürülebilir şehirlerin istikametini belirleyecek bir rehber olduğunu görmek zaruretimiz var.
Geçmişte yapılarımızın geleneksel mimarinin derinliğinden beslendiği, doğa ile uyum içinde, yıkıma mahal vermeyen bir üslubu vardı ve insanı odağa alan bir gelenekten besleniyordu. Bu geleneksel yapılar, beton stoku yerine, doğal malzemelerin kullanımı ve yerel iklimle uyumlu mimari tekniklerle inşa edilmişti. Bugün, sürdürülebilirlik adına atılan adımlarda, bu tarihi bilgeliğe yeniden yönelme ihtiyacı çevresel bir zorunluluk halinde.
Kültürel kimlikten sürdürülebilir şehirlere
Her bina, her mahalle, her sokak, kendi benzersiz hikâyesini ve kendi kültürel zenginliğini taşımak yerine, birbirinin kopyası bir görünüme sürüklenirken, bu süreç, şehirlerimizin ruhunu, kimliğini ve çeşitliliğini tehdit ediyor, çevresel etkileri ve atık yönetimi sorunları da beraberinde getiriyor.
Sürdürülebilir şehirler ve kentsel dönüşüm yolculuğunda, bu tarihi mirası yenilikçi yaklaşımlarla harmanlayarak hem kültürel kimliğimizi korumak hem de sürdürülebilir kalkınma hedeflerine katkıda bulunmak mümkün…
Fakat tüm mümkünlerin eşiğinde bir soruyu da cevaplamak gerek: Acılarla dolu geçmişi bir daha yaşamamak adına kentsel dönüşüm yolculuğumuzda daha cesur, daha kapsayıcı ve daha sürdürülebilir yenilikler gerektiren bir döneme girmeyi vadederken; şehirlerimizin ruhunu ve kimliğini korumak için kendi kültürümüzle yeniden tanışmaya ne kadar hazırız?